Max Weber(1864-1920) Sistematik Din Sosyolojisi
Weber, kuşkusuz, sosyolojinin kurucu babalarından birisidir. Onun fikirleri halen modern sosyologlar için temel çerçevelerden biri ve zengin bir ilham kaynağıdır. Weber, Prusya Erfurt’ta tanınmış bir bölge avukatı ve liberal bir siyasetçinin oğlu olarak dünyaya geldi. Heidelberg, Berlin ve Göttingen Üniversitelerinde okudu, doktora tezlerini Ortaçağ ticaret birlikleri ve Roma tarım tarihi konularında tamamladı ve hukuk, ekonomi, tarih, felsefe ve müzik gibi birçok konuda araştırmalar yaptı. 1892’de Berlin Üniversitesi’ne hukuk doçenti olarak atandı, ancak çok geçmeden Freiberg ve Heidelberg’te ekonomi politikası profesörü oldu. Akademik kariyeri fazla uzun sürmedi, 1898’de babasının ölümü nedeniyle geçirdiği ciddi bir sinir rahatsızlığı neticesinde sona erdi. Daha sonra yaklaşık on yılını Avrupa’yı ve Amerika’yı dolaşmakla geçirdi. Yeni dünyadaki hayatının yoğun hızı ve çeşitliliği onu yeniden yazmaya itti ve Rus Devrim’inden Hinduizm’e kadar oldukça geniş bir konuda karşılaştırmalı ve kapsamlı makaleler yazdı.
Çok kapsamlı düşünsel ilgilerinin sentezini yapmak amacıyla giderek sosyolojiye yönelen Weber, 1902’de Alman Sosyoloji Derneği’nin kurucularından biri oldu. İzleyen yıllarda “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu”(1905) gibi temel çalışmaları yazdı. İlerleyen süreçte çalışmalarını devam ettirdi ve 1920 yılında öldü. Ancak adı ve ruhu karısı Marienne ve 1920’lerin Weber çevresi sayesinde yaşatıldı.
Weber, tarihi ve sistematik din sosyolojisi biliminin kurucusu kabul edilir. Weber ile birlikte, din sosyolojisinin, dini davranışlar ya da dini karakterli sosyal davranışların ve gruplaşmaların incelenmesini amaçlayan bir disiplin haline geldiğini görmekteyiz. Dinin özellikle ekonomi kurumu ile ilişkileri üzerine gerçekleştirdiği incelemelerde yöntem konusuna ayrı bir önem atfeden Weber, tarihi yaklaşım modelinin yanı sıra fonksiyonel modeli de kullanmış ve böylece karşılaştırmalı ve sistematik yaklaşıma dayalı araştırmaların ilk örneklerini vermiştir.
Weber’in din sosyolojisi, modern kapitalist kültürün dini kaynakları üzerine bir sorgulama ile başlar ve Çin, Hindistan ve antik Yahudiliğin dini örgütlenmelerindeki köklü rasyonalizm geleneği üzerine gerçekleştirdiği kültürler arası araştırmalarla sona erer. Bu araştırmalardan hareketle Weber, Batı’nın sadece ekonomik sisteminin ve bürokratik örgütlenmesinin dayandığı temel ilkelere değil, aynı zamanda, özellikle resim, müzik, sanat ve bilim gibi alanlarda, onun kültürünü etkilemeye devam eden benzersiz bir rasyonelleşme sürecinden geçmekte olduğuna da dikkat çeker. Bu bağlamda o, genelde dünyanın rasyonalizasyonu ve özelde kapitalizmin yükselişini derinden etkilediğini düşündüğü asketik Protestanlık tezini ortaya atar. Kendinden önceki düşünürler modern kapitalizmin özellikle Kuzey Avrupa’nın Protestan ülkelerinde ortaya çıktığına dikkat çektiği halde, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eserinde bu ilişkiye sosyo-politik bir açıklama getirir. Ona göre Kalvinist kader öğretisi, Protestanlar -özellikle İngiliz Püritenler- arasında kendi kurtuluşları konusunda derin bir endişeye yol açıyordu. Püritenler, refahın kendi tercihlerinin bir sonucu olduğuna inandıkları halde, kaderleri sanki buna bağlıymışçasına kendi mesleklerinde çalışmaya yöneliyorlardı. Kalvinist Protestanlar, şöyle bir anlayışa sahipler; Hıristiyanlıkta asli günah ile insan doğar. Katoliklerde asli günahın temizlenmesi Katolik Kilisesine aittir. Protestanlar da ise asli günahla doğulur fakat bu günahla doğduktan sonra Tanrı içlerinden bazılarını seçer ve asli günahtan o seçilenler kurtulur. Peki Tanrı neye göre seçer? Tanrının yeryüzündeki krallığını gerçekleştirmek için gayret gösterenlerden seçer. İşte Tanrının yeryüzündeki krallığı ise daha fazla üretmeyle, çalışmayla, tutumlulukla sağlanır. Bu dini motivasyon sayesinde bugün Protestanlar çalışıyor ve artı değer üretiyorlar.
Weber, Batı’da akılcılığın yükselişinin; kapitalizm, Protestan ahlakı, bürokrasi ve bilimin ortaya çıkışıyla bağlantılı olduğunu savunur. Weber, rasyonelleşme süreciyle, bir taraftan Batı toplumlarının tarihsel gelişimini ve evrimini açıklarken; diğer taraftan bu sürecin tarihte kazandığı biçimin özgün ve sadece Batı’ya özgü olduğunu ısrarla vurgulamıştır. Ona göre başka toplumlarda da örnekleri görülen rasyonelleşme süreçleri, Batı’dakine benzer sonuçlar ortaya çıkaramamıştır. Ayrıca, Batı toplumları, birbiriyle özdeş iki süreç olan rasyonelleşme ve modernleşmenin birikimine sahip olmakla, diğer toplumlar karşısında bir üstünlük elde etmiştir.
Weber, rasyonelleşmenin bir takım gerilimler üretebileceğini iddia eder. Rasyonelleşme, özgün dini bağlamlarından koparılmış sosyal alanlar yaratır. Modern Batı’da devlet, ekonomiden ve her ikisi birlikte din ve aileden ayrılmıştır. Weber, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu” adlı eserinde sadece dinin kapitalizmin yükselişine katkısını değil, aynı zamanda inanca dayalı yaşamın ve ahlakın rasyonel, metodik seyrini de ortaya koyar. Böylece rasyonelleşme, dinin yanı sıra, sanat ve bilimden kaynağını alan, ahlaki bir düşüncenin farkını ortaya çıkarmış olur.
Weber’in din sosyolojisi anlayışı, yeni bir açılım getirmiştir. Karl Marx’ın sınıf toplumunun evrimi kanununu reddeden Weber, dini davranışın öznel anlamını konu edinen bir sosyoloji anlayışı geliştirmiştir. O bu şekilde herhangi bir davranışın altında yatan amacın ya da niyetin bilgisine ulaşabileceğini düşünerek, bir ideal tip metodolojisinin temelini atmıştır. Weber, özellikle peygamber, büyücü ve kahin tipleri, karizma, sıradanlaşma ve meşruiyet kavramları üzerinde durmuştur. Weber’in bu kavramlara ilişkin yorumları farklı kültürlerden elde edilen materyallerin nasıl inceleneceği konusunda ilkeler ortaya koymuş ve bu ilkeler onu karşılaştırmalı sosyolojinin gerçek bir kurucusu yapmıştır.
Weber’in karşılaştırmalı, tipolojik ve kültürler arası incelemelerine verilebilecek en iyi örneklerden biri, onun şehir tipolojisidir. “Din Sosyolojisi” isimli eserinin bir kısmını şehir ve din ilişkisine ayıran Weber, öncelikle şehirlere göçün sebepleri üzerinde durmaktadır. Weber’e göre, şehirlerin kale duvarları ile çevrili olmasının sağladığı mal ve can güvenliği; esnaf, sanayici ve tüccarlar için alışveriş kolaylığı, sarayların şehirlerde kurulması vb. bu sebepler arasındandır. Şehre göç edenler kendileriyle birlikte daha önce yaşadıkları yerlerdeki dini-sosyal şartlar ve sosyal ilişkilerinden kaynaklanan zorunlulukları, özellikle aile ve klan üyeliğine bağlı davranış kalıplarını da getirmektedir. İşte şehirlerin, bünyesinde farklı kültürleri barındırmasının sebeplerinden biri budur. Bu bağlamda Weber, birbirinden farklı iki tip şehirden bahseder. Bunlardan biri “doğu” şehridir. Doğu tipi şehre gelenler oraya önceden yaşadıkları yerlerdeki ilişki ve bağlılıklarından kaynaklanan değer, alışkanlık, tutum ve davranış kalıplarını da getirirler. Aynı durum dini inanç ve ibadetler için de geçerlidir. Eski dini inanç ve ibadet şekillerinden, sosyo-kültürel bağlılıklarından vazgeçemeyen bu kişilerin şehir hayatıyla ilişki kurmaları, şehirlilerle bütünleşmeleri zorlaşmaktadır. Bu tip şehirlerin en klasik örneği Pekin’dir. İkinci tip “batı” şehridir. Bu şehirde göçle birlikte bireyin sosyal ve dini durumunda önemli değişiklikler yaşanır. Yerleşmek üzere buraya gelenler, kendilerine özgü tanrıları olan farklı bir sosyal ve dini birliğe katılarak etki aidiyetlerinden uzaklaşırlar. Böylece şehirler, köylerdeki sosyal yapılardan farklı birer sosyal oluşum halini alır. Ancak bu tipoloji, her iki tip şehrin doğu ya da batı ülkelerinden sadece birinde görülebileceği anlamına gelmez, aksine o tipin, anılan ülkelerde daha fazla görüldüğünü gösterir.
Weber, toplumun geneline bakarak bir araştırma yapılamayacağını, toplumun duygu ve düşünce dünyasının anlaşılması gerektiğini söyler. Toplum hangi sembole, kavrama ne anlam veriyorsa onları anlayıp, ondan sonra bilimsel araştırmaların yapılması gerektiğini vurgulamıştır. Yoksa kendi tahayyüllerimizle bir toplumsal gerçeklik oluşturup deney ve gözlem yaparsak doğru bir netice elde edilemez. Yani insan varlığı pozitivist anlamda, deney ve gözlemle anlaşılamayacağı kanaatindedir.
Weber, Üç tip otoriteden bahseder: Birincisi, “geleneksel otoritedir”. Geleneksel otorite de yönetici, gücünü gelenekten alır. Yani yönetici bir eylemde bulunacağı zaman bu eylemi töreye, adet ve göreneklere dayanarak yapar. Yönetici geleneğe yaslandığında halk tarafından kabul görür. İkincisi, “ yasal otoritedir”. Bu otoritede, yönetici gücünü kanundan, yasadan alır. Herkes kanuna uymak zorundadır aksi takdirde çeşitli yaptırımlarla karşı karşıya kalır. Üçüncüsü, “karizmatik otoritedir”. Weber karizma kavramını sosyolojiye katan kişidir. Karizmatik otorite: İlahi otorite tarafından güçlendirilmiş kişi demektir. Bunlar özel insanlardır.
Weber’e göre din sosyolojisinin görevi dini değerlerin doğruluğunu veya yanlışlığını araştırmak değildir. Din sosyolojisinin amacı din ve toplum ilişkileri bağlamında, din ile sosyal kurumlar arasındaki karşılıklı etkileşimi, dini inançlardan kaynağını alan sosyal davranışları incelemektir.
Kaynak:
Özcan Güngör; Basılmamış Ders Notları
Niyazi Akyüz, İhsan Çapcıoğlu; Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi
Marten Slattery; Sosyolojide Temel Fikirler