Din Sosyolojisi

YAPISALCILIK VE POST YAPISALCILIK

PAYLAŞ

YAPISALCILIK VE POST YAPISALCILIK

20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan özelde dilbilimsel bir analiz akımı iken, daha sonra sosyal ya da kültür bilimleri alanlarında kullanılan yöntemlerin eleştirilmesine ve bu yüzden yöntemsel değişikliği iddia eden bir düşünce akımı olarak karşımıza çıkar.

Yapısalcılık kısaca, insan eylemlerinin gerçekleştiği alan/mekân/ yapının insan eylemleri karşısında önceliğini ve bu insan eylemlerini anlamanın temel şartı olarak yapı analizi gerektiğini anlatan bir yaklaşımdır. Bu haliyle yapısalcılığın, modern bir teorinin üst anlatı ya da indirgemeci özelliğini gösterdiğini söyleyebiliriz. Buna karşın post-yapısalcılık ise, yapı gibi katı bir belirleyiciden uzak durur. Bunun için postyapısalcı düşünürler, yapının bütünlüğünden ziyade parçaların önemine vurgu yaparlar. Velhasıl postyapısalcılığa göre her şey parçalardan oluşur ki böylece postyapısalcılar, “parçalılığı/bölük pörçüklüğü yüceltip/bir örnekliği tanımamalarının derecesi, yönelmiş oldukları görecelilikle” yapıyı parçalamışlardır. Neticede, “yapısalcılar benzerlik ve karşılıklı bağlantılılığı vurgularken, postyapısalcılar farkı ve açık uçluluğu vurguladılar. Yapısalcılık, evrenselleştirici bir teoriydi” buna karşın postyapısalcılar ise evrenselliği neredeyse tek tek her insana dağıtarak bozmuşlardır.

Hem yapısalcılık hem de postyapısalcılık köken olarak dilbi­limseldir. Bu noktada iki akımın ortak atası olarak Saussure ve ona itirazlar görülmektedir. Burada Saussure, Levi-Strauss, Barthes ve Derrida’nın fikirleri etrafında iki akıma bakılacaktır. Saussure, dili bir göstergeler sistemi, yani yapı olarak görür ve bu yapının kendi içinde bir mantığı, kuralı bulunduğunu söyler ki, insan bu mantıksallık ve kurallar çerçevesinde anlamı-mesajı yakalayabilir. Bu, insan özne(si)nin yapı karşısında ikincil bir konuma düşüşüdür. Saussure’un dili, göstergeler sistemidir (gösteren ve gösterilen den oluşmaktadır). Gösteren maddi olarak ses ya da yazı iken gösteri­len kavramsal ya da imgeseldir. Gösteren ve gösterilen arasındaki ilişki gösterge sistemini oluşturmaktadır.  Bu sistem, dil yapısının temeli olduğundan özne ancak bu dil imkânları içerisinde anlam yakalayabilmektedir. Yapısal durum bu açıdan öznenin varlığını dilin gramerine bağlar. Anlamlar dilsel gösterge sisteminin içeri­sinden çıkmakta olup, öznenin yapacağı iş, bu anlamları oluşturan sistemi kavramaktır. Nitekim özne ya da birey, dilsel bir mekâna doğduğu andan itibaren dünyayı anlamak için yine bu dilden hare­ket etmek zorunda kalır, bu yüzden öznenin öncelikli işi, kendisini bulduğu bu dilsel mekânın işleyişini öğrenmektir.

Kültürel veya toplumsal olayların yapısal bir zemin üzerinde anlam oluşturduğunu savunan yapısalcı sosyal teori, her toplumsal veya bireysel deneyimi anlamak için bu yapıya bakmak gerektiğini ileri sürer. Bu bağlamda yapısalcılığı toplumsal alanı okuma için kullanan ya da bunu sosyal teori olarak kuran ve yapısalcılığın bir bilim olduğunu belirten Fransız antropolog Levi-Strauss’tur. Ona göre insan, içine doğduğu kültür çevresinin ve kavramsal ağın ürünüdür.

Foucault’nun iktidar ile bilgi arasında sürekli birbirine eklemlenen, bilgi olmadan iktidarın olamayacağı, iktidar olmadan da bilginin olamayacağı düşüncesini, dilin kurallarını elinde bulunduranların iktidara/güce/tahakküme sahip olduğu düşüncesine bağlar. Foucault dilin/bilginin etkisini şöyle açıklar: “Bilgi/dil iktidarı yıpratan, yerinden eden aynı  zamanda  da  iktidar  olgularını sağlamlaştıran,  iktidarı  koruyan  bir  etmendir.”

Foucault, dili incelerken  toplumlara  nasıl etki ettiğini, dilin kurallarının ve kullanım  alanlarının yansımalarını ve değişimlerini göstermeye çalıştılar. Değişimleri gösterirken  dili  opsiyon  olarak,  değişimin bir  unsuru olarak  ele  aldılar.  Yapısalcılık ise her şeyi bir yapının etrafında  açıklamaya  çalışmıştır.

Yapısalcılık, dilbiliminden kültür araştırmalarına, halk masallarından edebi metinlere kısaca tüm anlatı türlerine kadar hareketle felsefi ve toplumsal problemleri bu yapı kavramında belirlemeye çalışan yaklaşımdır.

Yapısalcı anlayış; her yapıyı bütüncül bir sistem olarak ele alır. Yapıyı, onu inşa eden dış etmenlerden ve tarihsel dinamizmden ayrı olarak tek başına inceler. Saussure’nin dilbilim üzerine sistemleştirdiği çalışmaları referans alarak ortaya çıkmıştır.

Saussure’ye göre göstergeler genellikle karşıtıyla birlikte var olurlar. Saussure buna “ikili var olma” demiştir.  İyi ve kötü, doğal ve yapay, yazma ve konuşma, doğru  ve  yanlış, anlamlı  ve  anlamsız  gibi  ikili  var  olmaya  bağlı  olarak  yapısalcılıkta  “anlam” referansların  sayısından  değil;  ilişkilerden,  karşıtlardan, anlam  farklarından  ve  durumlardan  çıkartılır.  Yapısalcılıkta ilgi  görünen  anlam  üzerinde  değil  daha  sonra nitelenen,  nitelenenin  altında  olan  üzerindedir.  Çünkü görünen  anlam  alternatif  yorumlara  çok  fazla  açıktır. Anlam  metnin  yapısından  “ötedir,  uzaktadır”  ve  rastlantıya  bağlıdır.

Yapısalcılık,  hayattaki  unsurları  okunacak  birer  metin olarak  görür. Ele aldığı  her  şeyi  “metinsellik”  olarak inceler.  Metinsellik, her  şeyin  işaretlerden  (göstergelerden)  oluştuğu  anlamına  gelir  Yapısalcılar, dili  tüm  olguların  merkezine  yerleştirirken  metnin kendine  özgülüğünü  ortadan  kaldırırlar,  çünkü  yapıda aranan  ne  metni  üretenin  orijinal  fikri  ne  de  okuyucunun yorumlarıdır. Aranan kodlar, dilsel dizgelerdir. Metin ortadan kalktığı  için  metni  üreten  de  ortadan  kalkar. Metin artık bireyin değil bir yapının fonksiyonudur.

Postyapısalcılık:

Her ne kadar yapısalcı teorik altyapı ile donanmış olsa da postyapısalcılığın en önemli çıkış noktalarından biri yapısalcılığı kuramsal bir eleştiri süzgecinden geçirmektir.  Öncelikle postyapısalcılığın  yapısalcılıktan  miras aldığı kavramsal temellerden söz etmek  gerekirse,  iki  yaklaşım  da kendi  kendine yeten, özgür iradeli ve bilinçli modern özne modelini reddetmektedir. Tıpkı yapı kavramsallaştırmasında olduğu gibi, postyapısalcılar temsiliyet ilişkilerinin de sanıldığı  gibi sorunsuz  olmadığı görüşündedir. Dilin doğayı bir ayna gibi doğrudan ve mükemmel bir biçimde yansıttığına ve tasvir ettiğine dair modern inancı reddeden postyapısalcılığa göre, herhangi bir temsiliyet içerik kaybı olmadan gerçekleşemez. Bu noktada, gerçekliğin olumsal oluş sürecine vurgu  yapan  postyapısalcı yaklaşım, temsiliyet ilişkisi ile  gerçekliğin sonsuz çokluktaki olanağının temsil edilmesinin mümkün olmadığı savındadır. Ek olarak klasik anlayıştaki temsiliyet sürecinin baş aktörü olan ve gerçekliği  dil yoluyla  doğrudan bilen  nesnel  gözlemciye olan sarsılmaz inanç, postyapısalcılar tarafından şiddetle eleştirilir. Zira gerçeklik temsil edilirken içeriğinde herhangi bir bozulma veya eksilme olmaması imkânsızdır. Bu noktada, postyapısalcılığın dil anlayışı devreye girer. Daha önce de belirtildiği üzere, dil kuramındaki hâkim eğilimin aksine, dil gerçekliğin dolaysız ve mükemmel bir yansıtıcısı değildir. Tam tersine, her bir kelime ya da simge farklı anlamlar yüklenebilir

Bireyleri  anlamların  ve  sosyal  hayatın  oluşturulması sürecinde  etkisiz  gören  ve  toplumsal  analizlerin  içine katmayan  yapısalcılığa,  metni  ve  okuyucuyu  önemseyen post-  yapısalcılık  karşı  çıkmıştır. Postyapısalcılık, “Post” ön  takısı  Latincede  “sonra”  anlamına gelmektedir.  Ön  takıdan  da  anlaşılacağı  üzere  postyapısalcılık,  yapısalcılığa  karşı  bir  dizi  eleştirinin  getirildiği  ortak  bir  paydayı  ifade  etmektedir.  Post-yapısalcılık  her  ne  kadar  yapısalcılığa  karşı  çıkmış  olsa  da yapısalcılığın  temellerini  oturttuğu  ikili  kavramların tanımlanmasına  kendi ilkeleri doğrultusunda katkıda bulunmuş  ve  bunların  yanı  sıra  metafizikten  pozitivizme, felsefeden  edebiyata  kadar  birçok  disipline  etki  etmiştir

Post- yapısalcılık Saussure’den yapıya  ilişkin  dil düşüncesini,  Nietzche’den  değerlerin  göreceliğinin (öznelliğinin)  bakış  açısını,  M.  Foucault’tan  iktidar  ile bilgi  retoriğinin  arasındaki  ilişkilerin  açıklanması düşüncesi  alınarak  inşa  edilmiş;  J.  Lacan,  Rolan  Barthes, Deleuze,  Kristeva  gibi  düşünürlerin  katkılarıyla  daha  bir güçlenmiştir.

Postyapısalcılık felsefe metinlerinde görülen bilgiyi sorunsuz olduğu düşünülerek yapılan örtük varsayımları ortaya koyarak sorun haline gelmesi söz konusudur.

Postyapısalcılık, yazarlarca ya da metinlerde oluşturulan anlamların nasıl oluşturulduğunun sorgulanmasıdır.

Geleneksel teorilerin tarafsızlık ve nesnellik iddialarını sorgulayan bu akım, uluslararası ilişkiler alanındaki sorunların çözümüne ilişkin kapsamlı bir analiz sunamamıştır.

Foucault’un çalışmalarının en önemli noktası hiç sorgulanmadığı için doğallaşan düşünce ve anlayışları tartışıp sorgulama çabasıdır. Toplumsal yapıların meşruiyetini de sorgulanmıştır. Onun felsefi  düşüncelerindeki yöntem “arkeolojik çözümleme”dir.

Ona göre her dönem kendi oluşum yapısı ve dinamikleri içinde  aynı olan temel unsurları aslında yeniden oluşturmaktadır.

Gücün belli kurumlar tarafından sahip olunan bir şey olmaktan ziyade gücü ilişki sonunda üretilen bir şey olarak görmektedir. Güç ilişkisine meydan okumak için karşı koymaktan kaçınmak gerekir. Çünkü güç direnmeden farklı olmayıp onunla var olmaktadır. Eğer karşı koyma söz konusu değilse o zaman iktidar da yoktur.

Modern düşünce geleneğinde iktidar ile bilgi arasında ilişki yoktur.

Modern düşüncede bilgi saf aklın ürünüdür ve  bu tür dışsal unsurlardan etkilenmediği için  bilgi evrensel sayılır. O, bu kısmı eleştirmektedir ve bilgi ile iktidar arasında bir ilişki olduğunu öne sürmektedir. Ona göre bilgi üretimi basit bir bilişsel sorun değil, normatif ve siyasal bir sorundur.

Ona göre iktidar her yerdedir, bir merkezde toplanıp vücut bulmaz. Suç ve ceza kavramlarının çıkışı da iktidarın varlığı ile ilişkilendirilir. İktidar için ceza kitlelerin kendisine itaat ettirmesi için bir araçtır. Şimdilerde araçlar da değişti ve hapishaneler artık çalışma kampları halini aldı. Teknolojinin gelişmesiyle iktidarın ceza  yöntemleri de değişti.

İktidar salt bir güç değil hayatın her alanına yansımalarının söz konusu olduğu, eğitim ve bilimde de yönlendirici olarak yer almakta, artık birey iktidarın elindeki eğitim ve bilim gibi farklı araç ve kurumlar aracılığıyla disipline edilmektedir.

Postyapısalcılığın siyaset sosyolojisi yazınına yaptığı belki de en kritik katkıya değinmek yerinde olacaktır: iktidar analizi. İster eleştirel ister ana akım yaklaşımlar olsun iktidar tek taraflı, merkezi olan, genelde tahakkümü tetikleyen, siyasal-toplumsal kurumlar dolayımıyla işlerlik kazanan bir olgu olarak açıklanmaya başlanmıştır. Bununla birlikte, postyapısalcılık söz  konusu klasik  iktidar tanımını  tümden  reddeder.  İktidar,  gündelik  yaşama  nüfuz eden, üretken, pozitif ve bireylere hissettirmeden sosyal ilişkilere sinen bir karaktere sahiptir. Ek olarak, iktidar siyasal sınırları belirleyerek hangi toplumsal öğelerin kapsanıp hangilerinin dışlanacağını belirler, bu yüzden toplumsal ilişkilerin ve pratiklerin başlıca oluşturucusu iktidardan başkası değildir. İktidarın bir diğer özelliği ise söz konusu toplumsal ilişkilerin olumsallığını gizlemesi ve tahakküm süreçlerini doğalmış gibi gösterebilmesidir. Postyapısalcı düşünce ile merkezsizleşen iktidar, tahakkümü olduğu kadar direnişi de üretir.

 

Özet: Zeliha Bengisu AYATA

Editör: Yusuf YARALIOĞLU

Düzenleyen Editör Yardımcısı: Meryem Sümeyye ATMACA