Tasavvuf iki şeydir; bir istikamete bakmak ve bir istikamette yaşamak.
İslam Tasavvufunu dışarıdan bir gözle analiz edebilen en önemli isimlerden biri İbn Haldun’dur. “Tasavvufun Mahiyeti” kitabında tasavvufu yapısal olarak ve içerik açısından ele alır.
Türkiye’de din hayatını ve dolayısıyla Müslümanların sosyal hayatını düzenlemek için büyük bir gayret vardır ve tasavvuf bu gayretler içerisinde kendisine yer bulamamaktadır. Çünkü bir sosyal reformcu, hitap ettiği kitlenin tamamı için geçerli, tamamı tarafından anlaşılan ve kabul edilen bir esaslar bütününden hareket etmek mecburiyetindedir. “Ferdi yaşantıyı esas tutan ve bir zihinden öbürüne nakli adeta imkansız bulunan manevi hallere dayanan tasavvufi düşünce ona bu hususta yardımcı olamayacaktır.” Kuran’ın bâtınî (ezoterik) yorumunda ise Müslümanların anlaşmazlığının arttığına dair bir temayül vardır. Bu yüzden reformcuların hemen hepsinde sûfi gelenekten bir parça bulunsa bile bunlar daima şeriata, yani dinin rasyonel sistemine dayanmışlardır. Güngör bunun şahsi bir tercihten ziyade sosyolojik ve psikolojik bir zorunluluk olduğunu belirtmektedir. Bunu gözden kaçıranlar ise olayı şeriat-tarikat, zahir-batın, sûfi-ulema kavgası halinde görmekte ve taraf seçip karşı tarafı düşman saymaktadır.
Türkiye’deki bir kısım reformcuların kafa karışıklığı
İslam dünyasının reform ihtiyacı 9. ve 10. yüzyıldaki entelektüel kavga sayılmazsa, Batı ile mücadele zamanında ortaya çıkmıştır. Batı ise rasyonalist-ilimci bir yapıya sahiptir ve bu Müslümanlar üzerinde büyük bir manevi baskı oluşturmuştur. Bu baskı ise irrasyonalist-antientelektüel akımlara, yani tasavvufa karşı husumeti iyiden iyiye arttırmıştır. Güngör’e göre tasavvufa yapılan hücumların dinî reform dönemlerinde bilhassa artması onun subjektif ve bâtınî olması hasebiyle dinin esasından kolaylıkla uzaklaşmaya ve uzaklaştırmaya müsait bulunmasındandır. Reform hareketlerinin çoğu öze dönüş ve saflaştırma hareketi olduğundan ve dindeki sapmanın en önemli sebebinin ferdi yorumlar, yanlış inançlar, yanlış uygulamalar olduğuna inanıldığından; reformcuların en büyük düşmanları Kuran’da bâtınî mana arayanlar olmuştur.
Türkiye’deki bir kısım reformcuların kafa karışıklığı ya da art niyeti de Güngör’ün gözünden kaçmamıştır. Batı teknolojisi karşısında ‘müspet ilim ve fen’ sloganını benimseyen bazı reformcular o yıllarda ‘Kapitalizm – Üçüncü Dünya çatışması’ tezinin ve sosyalist akımların tesiri altında kalmışlardır. Ardından ‘emperyalizmle mücadele eden’ ve İslam’ı devlet ideolojisi haline getiren İran, model olarak seçilmiştir. Güngör haklı olarak şunu der: “Yakın zamana kadar Şiiliği her türlü batıni hareketin ya kaynağı ya en yakın müttefiki sayan bir ülkede hem İran davasının hem ‘İbn Teymiye’ciliğin şampiyonluğunun yapılması dikkat çekicidir.”
Güngör’e göre, tasavvufun zühd döneminde sünni itikadı ile herhangi bir çatışması olmamıştır. Dokuzuncu yüzyıldan sonra zühd anlayışı daha çok mistik bir karakter kazanmaya başlamış ve sistemleşmiştir. O’na göre, bu dönemin en meşhur simaları arasında Zünnün-ı Mısri (v.245/861), Bayezid-i Bistami (v.261/875) ve Cüneyd-i Bağdadi (v.298/910) vardır. O’na göre, Cüneyd-i Bağdadi’nin döneminde artık tasavvuf zühd safhasını aşmış, mistik doktrinler teşekkül etmeye başlamış, hatta bazı sufiler fıkıhçıların yolunu beğenmemeye ve kendi doktrinlerini ispat etmeye çalışmışlardır. Onlar İslam’ı kendilerinin daha doğru anladıklarını savunmaya başlamışlardır. Güngör, Sûfiler şeriatin dışında değil ama onunla birlikte onun ötesinde bir yorum getirmeye çalışmışlar ve zamanla şeriatin tanımı bile değiştiğini söylemiştir.
Güngör, sufilik hareketinin İslam anlayışına aykırı düşen yanının, kontrolsüz olarak yapılan şahsi yorumlar olduğunu belirtmiştir. Şeyhlik ve pirlik iddia eden kişiler normal insanların sahip olmadığı özellikleri ve bu özelliklerle insanlar arasında hakimiyet kurmak için olağanüstü şeyler üretmeye çalışmışlardır.
Güngör, tasavvufun İslam tarihinde oynadığı önemli bir rol olarak, İslam fetihlerinin duraklama döneminde kitlelerin İslam’a girmesinde katkılarının çok olduğunu belirtmiştir. O’na göre, tasavvuf ile sünniliği birleştiren Gazzali’den sonra, tasavvuf adeta resmi bir mahiyet kazanmış ve böylece ulemanın desteğini de almıştır. Bunun sonucu olarak da çok büyük kitleler İslam dinine girmişlerdir.
Erol Güngör, soğukkanlı ilmi tahlillerini sûfilerin kendi sözleriyle ve yaşantılarıyla da desteklemektedir. Hasan Basri’nin Kur’an hükümlerine dair yorumlarının çoğunlukla realist ve hatta rasyonalist olduğunu söyleyen Güngör, Hasan Basri’nin duygusal etkileyiciliği çok yüksek olan pek çok şeyi rasyonel olmadığı için reddettiğini ifade etmektedir (Bunların Batılıların mistisizm dediği şeyden büsbütün farklı olduğunu da delillendirir). Cüneyd-i Bağdadi’den alıntı yaparak mistik hallerde şuura doğan şeylerin bir gerçeği olamayacağını söyleyen Güngör’e göre Sûfilerin mistik sezgi ile bildikleri şey rasyonel bilginin neticelerine tercih edilemezdir.
Güngör’e göre, tasavvuf, bu yeni kitleler içinde bir çeşit halk dini gibi olmuştur. Göçebe aşiretler yazılı bilgiye dayanmadığı için, eskiden kalma birçok inançlarını da buna katmışlardır. Tarihimizde “Horasan Erleri” veya “Erenler” denilen kimseler Asya’dan gelenlere tasavvufi İslam anlayışını yaymışlardır. Büyük bilgi sahibi kişiler olmamasına rağmen, sûfi hareketlerin yoğun olduğu Horasan’dan öğrendiklerini başkalarına aktarmışlardır. Göçebeleri etkilemiş ve onlara nüfuz etmişlerdir. Hatta halk dini olan bu tasavvuf anlayışında, bazen dinî esaslara uymayan uygulamalar da görülmüştür. O’na göre, halk tasavvufu medrese ile irtibat kurmadığı yerlerde, dış tesirlere karşı kendini koruyamamış ve yanlış inanışlara yol açmıştır.
Güngör, Feridüddin Attar’ın Evliya Tezkirelerini okurken bende oluşan büyük bir soru işaretine de parmak basmıştır: Meşhur sufi Harraz, Peygamber Efendimiz’e hitaben “Allah’a olan aşkım sana olan sevgimi unutturuyor.” der. Güngör, Allah’a karşı olan durumumuzun başka hiç kimseyle kıyaslanamayacağını kabul etmekle birlikte, Sünnî bir Müslüman için dinin aslının Peygamber olduğunu, hatta bir manada O olmadan Allah’ın düşünülmeyeceğini hatırlatır. Peygamberlik – velilik durumunu ele aldıktan sonra bu olayın sûfi mantığı içinde tutarlı olduğunu söylemekle birlikte “Fakat dünyada işler hep mantığı takip etmez” diye ekliyor. Sufilerin büyük çoğunluğu Peygamber’in ve O’nun şeriatinin sûfilerin vazgeçilmezi olduğunu kabul etmiştir. Mamafih mantık, fiili gerçekler tarafından bir yana itilebilmekle birlikte orada durur, yani kaybolmaz, ortaya çıkabilmek için fırsat kollar. İşte tasavvufu her an şeriatla çatışmaya müsait kılan durum budur.
Tasavvufun bir ‘ümitsizlik felsefesi’ ya da ‘tembelliğin aklîleştirilmesi eleştirilerine karşı çıkan Güngör, Tasavvuf hareketlerinin birtakım insanların iddiası gibi sefalete ve ahlak çöküntüsüne sebep olmadığını, bilakis tasavvufun bunlara tepki olarak doğduğunu ifade etmektedir. Toplumsal ve siyasi çöküntü zamanlarında tasavvufun kuvvetlendiğini kabul etmekle birlikte, bu durum çöküntü karşısında çözülme değil, çöküntüye karşı manevi bir reaksiyondur. Şikayet konusu olan bu hallere tasavvuf yoluyla bir çözüm bulmaya ise imkân yoktur, olmamıştır da. Kamusal-toplumsal olanı ferdî kıstaslarla değil; dinin objektif, herkes için apaçık olan kıstaslarıyla ve yorumlarıyla ele almalıyız. Bu konuda öncülerimiz ise şeyhler değil, İslam’ın verdiği ölçülere uyan liderlerdir.
Halk tasavvufu ve medrese ile birlikte gelişen tasavvuf
Şeriatın, yani toplumsal nizamın tasavvufla çatıştığı bir durumu da okuyoruz Güngör’den. Halk tasavvufu ve medrese ile birlikte gelişen tasavvuf mânen ve tecrübî olarak benzer olsa bile, toplumsal ve şekli açıdan farklı iki akım gibidirler. Halk tasavvufu medreseyle bağlantılı olmadığı için dış tesirlere açık ve sürekli Şii tesirinde kalmış, barındırdığı yerli unsurlar ve batıl itikatlar ile Sünnî tasavvufun karşısında yer almış, bulunduğu hemen her yerde karışıklıklar çıkarmıştır. Sünni tasavvuf ise şehirlerde ve aydın tabakaların arasında tutunmuştur. Türkler’in iki akımda da mensubiyetinin olması kaderin bir cilvesidir.
Tasavvuf, İslam fetihlerinin durulduğu devirlerde büyük kitlelerin, Türkler de dahil, İslam’a girmesinde rol oynamıştır. Bu durum Güngör’e göre İslam doktrini açısından kusurludur ve hatalıdır; aynı zamanda da sonraki yıllarda milli din iddialarına bayrak olmuştur. İran bu konuda ilk akla gelen örnektir. Evvelden Sünnî âlimlerin yetiştiği İran’da, “yarım İslamlaşmış göçebe kabileler” hakimiyet sağlayınca Şiilik kılıç zoruyla resmi mezhep olmuştur. Güngör’e göre Şiiliğin İran ve ötesinde kuvvet bulması, İslamlaşmanın eksik kalmasındandır. Yerli dinlerdeki mistik unsurların çokluğu ne kadarsa Şiiliğe meyil de o kadar kuvvetlidir. Söylemini kuvvetlendirmek için Güngör bu durumu tersten de ifade etmektedir. İslam’la karşılaştığında eski mistik inançlarına cevap bulamayan kitleler ya da yeni dini lâyıkıyla anlayacak bir kültür seviyesinde bulunmadıkları ölçüde ya İslam’dan uzak kalıyorlar ya da dini anlayabildikleri bir şekilde görünce kabul ediyorlardı.
Türkler özelinde, tasavvufi din anlayışının bir çeşit hudut dini haline geldiğini, Viyana’ya kadar ilerleyişte askerle birlikte adım adım tekke ilerleyişini de görebileceğimizi belirtmektedir Güngör. İçteki ya da uçtaki bölge istikrara kavuştuğunda medrese faaliyete geçer ve ‘Sünni tasavvuf’ oluşur. Hudutta ise tekke, gâzileri ve mücahitleri heyecanla diri tutar. İlerleyen bahislerde “İslamcı gençler”in heyecanının bozuk tasavvuf akımlarında heba edilmemesi gerektiğini bu benzetmeye dayanarak vurguluyor herhalde Güngör. Kabına sığmayan gençliğin heyecanı eğer kötü ellere geçerse, hele ki bu sapkın tarikatlar olursa, kaybeden Türkiye olacaktır.
İslam’a karşı gelişen ilgi ve bağlılığın verdiği muazzam potansiyel
Güngör’ün daha pek çok değinilmesi gereken, alıntı yapılması gereken cümlesi vardır. Kitabı iki defa okuyan biri olarak almadığım not, altını çizmediğim cümle, işaretlemediğim sayfa kalmadı. Ulemanın deyişiyle, eğer bunlardan bahsedersek söz uzar. Son olarak Erol Güngör’ün tevazusunu, ‘bilmem’ diyebilişini ve ilmi duruşunu göstermesi açısından yazıyı kitaptaki son paragraf ile bitiriyorum:
“Hakikatte bu söylediklerimiz konuya âşinâ olanların bilmedikleri şeyler değildir. Benim bu vesile ile dikkatleri çekmek istediğim nokta, İslam’a karşı gelişen ilgi ve bağlılığın verdiği muazzam potansiyeli heba etmemek için, onu en çok ihtiyaç duyulan istikamete çevirmektir. Bu istikamet ‘içtihattır. İçtihadı kimlerin, nasıl yapacakları meselesi ise benim ihtisasım dışında, doğrudan doğruya din ilimleriyle uğraşanların işi olacaktır.”
El-Me’munu’un Mu’tezile’nin yanı sıra, rasyonel Helenistik felsefenin tesirinde kalan “felasife” nin de İslam’da “nakl”i esas alanlar için büyük bir hoşnutsuzluk oluşmasına yol açtığını belirtmiştir. Ancak yine de bunlar, Şia taraftarlarının İslam’a yaptığı kadar zarar vermemiştir. Sünniler ve Şiiler arasında uzun yıllar yaşanan mücadele, Hilafet otoritesini çok fazla sarsmıştır. Böylesi bir ortamdan tarikatlar de etkilenmiştir, en çok Hanbeliler, Mu’tezile ve diğer akımlarla mücadele edilmiştir. Güngör, El-Mütevekkil (847-861) döneminde “nakilci” ulemanın güç kazandığını ve Cehmiyye, Kaderiyye, Mu’tezile gibi akımlara karşı hilafete destek verdiklerini ifade etmiştir. Ayrıca bu dönemde hadis alimlerinin kelamcılara karşı büyük bir zafer kazanmış olduklarını ve devletin her kademesinden onları çıkarttıklarını ifade etmiştir. Hatta halifenin emri ile ve felsefe kitaplarının okunmasının ve basılmasının yasaklandığını ama bu tedbirlerin yine de toplum içerisindeki huzursuzluğu ve siyasi iktidarsızlığı gidermediğini belirtmiştir. El-Mütevekkil’in ölümünden (247-861) Büveyhiler’in 945’te Bağdat’a hakim olmalarına kadar geçen dönem içinde siyasi kargaşanın bitmediğini hatta daha da arttığını belirtmiştir. Bu dönemlerde en önemli olaylardan birinin Basra’daki Zenci Köleler isyanı olduğunu diğerinin de Karmati hareketi olduğunu; zenci köleler isyanının bir şekilde bastırıldığını ama Karmati hareketinin uzun süre devleti meşgul ettiğini ifade etmiştir. Güngör, Halife’ye yapılan suikast teşebbüsleri ile toplumun tamamen zan altında bırakıldığını ve en büyük şüpheli olarak görülen Hallâc’ın (Hüseyn bir Mansur) 309/922’de asılmasıyla Hanbelilerin Bağdat’ta baskılarını iyice artırdığını belirtmiştir. Hanbelilerin kendi görüşlerine aykırı olan her kesimi baskı altına almaya çalıştıklarını ancak buna rağmen Şiilerin hiç boş durmadıklarını ve her fırsatta Hilafeti ele geçirmek için çabaladıklarını, hatta Büveyhoğullarının ve Fatimilerin sonunda Abbasi topraklarında hakimiyetlerinin zirvesine çıktıklarını ifade etmiştir. Hadis ehlinin dokuzuncu, onuncu ve on birinci yüzyıllarda Mu’tezile’nin yanında Helenistik felsefenin etkisindeki Felasife hareketiyle de mücadele ettiğini belirten Güngör, gerçekte filozofların dini tamamen reddetmediklerini ifade etmiş ama yine de dine bağlılıklarını şüpheli görmüştür. O dönemde birçok felsefecinin zındık ilan edildiğini, bunların bazılarının da Peygamber’i sihirbaz ve büyücülere benzettiklerini belirtmiştir. Peygamber’e karşı Sokrat ve Eflatun’un felsefelerini savunan bu kişilerin, Peygamberlerin değersiz kitaplar getirdiklerini iddia ettiklerini ifade etmiştir. Kelamcılar felsefenin verdiği tesirle dini, bir ispatlar sistemi haline getirmişler, böylece dinde Kitap ve Sünnet’e dayanan imân yerine, aklın hakemliğine öncelik vererek büyük bir tehlike yaratmışlardır. Dolayısıyla onların açtıkları bu kapıdan her türlü yabancı inancın dine girebileceğini ve insanların imanlarından şüphe duyacak seviyeye gelebileceklerini ifade etmiştir. İlk Sûfilerin Hanbeli ulemadan çıkmasının ve bunlara karşı hakikatleri savunmasının sebebinin bundan dolayı olduğunu belirtmiştir.
Ona göre tarikat ile mezhep aynı anlamdadır.
Çağdaş bir İslam alimi olan Seyyid Hüseyn Nasr’ın, Şazelilerden aldığı benzetmeyi tasdikleyerek şu şekilde bize aktarmıştır: “Bir daire düşünün, bunun çevresi sayısız noktalardan meydana gelsin. Bu noktalardan merkeze sayısız yarıçaplar çizilebilir ve bu çizgilerin her biri bu noktaları merkeze bağlar. İşte bu dairenin çemberi Şeriattır, bunun üzerindeki noktalar da bütün Müslümanları temsil eder. Her bir noktadan merkeze giden yarıçaplar da Tarikatlardır. Zira dünyadaki insan sayısınca kuldan Allah’a giden yol vardır.
İslam tasavvufunu tarikatla eşdeğer görerek bunların dinî bir yorum olduğunu belirtmiş ve bazı Müslümanların Hicret’in ikinci ve üçüncü asırlarından itibaren fıkıhçıların şekilci yorumu ile Mu’tezile’nin akılcı yorumu karşısında, bunlardan farklı bir din anlayışını ortaya attıklarını, bu anlayışın zamanla yaşam biçimi haline dönüşerek sistemleştiğini ifade etmiştir. Bu anlayışın diğerlerinden bazı farkları olarak, Kur’an ve Hadis’te zahirden ziyade batına önem vermelerini, insanın Allah’tan geldiği gibi yine Allah’a gideceğini, ancak bunun için mutlaka ölümü beklemek gerekmediğini, nefsi tertemiz kılmakla ezeldeki birliğe daha hayatta iken dönüleceğini iddia etmek olduğunu, maddi şeyleri hor görmek ve bilgi yolu olarak da mistik sezgiyi kullanarak diğerlerini hiçe saymak olduğunu belirtmiştir.
İslam ile Tasavvufun aynı manada kullanıldığını belirterek, aslında Harici ve İmamiler’in dışı siyasi davranışlarına göre hüküm vererek yarattığı dehşet ve kargaşalık karşısında sûfilerin dünyevi kavgalara sırt çevirerek bir tür reaksiyon gösterdiklerini ifade etmiştir. Güngör, ilk mutasavvıf olarak kabul edilen Hasan Basri’nin, Müslümanların siyasi liderlere itaat etmeleri gerektiğini söylemekle birlikte her Müslümanın vicdani olarak da sorumluluk duygusuyla hareket etmesi gerektiğini ve gerektiğinde devlet büyüklerine nasihat edilmesini tavsiye etmesini de bunun bir göstergesi olarak belirtmiştir.
Tarikatların birer sûfi teşkilatı olarak onların görüşleri çerçevesinde meydana geldiğini, dolayısıyla tarikatın gayesinin sûfinin gayesi, sûfinin gayesinin de genel çizgilerle Allah’ı bulmak olduğunu ifade etmiştir. Fakat onların, Allah’ı bulma dereceleri arasında farkların olduğunu, Allah’a ulaşmayı da bir mürşidin peşinden gidilerek gerçekleşeceğini savunduklarını belirtmiştir.
Tarikatların ilk örnekleri sekizinci yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmıştır. Başlangıç olarak ve ilk büyük mutasavvıfların etrafında toplanan kişilerin tam sistemli hale ne zaman geldiğinin belli olmadığını belirtmiştir. O’na göre, bu şekildeki ilk sistemler Hristiyanlarda, hatta daha önce Mitra dininde, Eski Mısır’da görülmüştür. Buralardan etkilenme olabileceğini ancak sufi tekkelerinin tamamen farklı çizgilerde geliştiğini ve bunları Hrıstiyanlardan ayıran en büyük özelliğin, dünya hayatına kapalı olmayışları olmuştur. Tarikatların on ikinci yüzyıla kadarki gelişmelerinde iki önemli özelliğin dikkati çektiğini belirten Güngör, birinci olarak dervişlerin serbest meslek ve idari görevlerin dışında kalmadıklarını, ikinci olarak ise bir yere kapanmadan devamlı toplumun içinde gezerek irşat ve uyarma görevi yaptıklarını, ifade etmiştir.
Şeriat ve tarikat arasındaki fark, genelde ahiret inancından ve dayandıkları kaynaktandır. Şeriat açısından, dünya ahiretin tarlası olduğu için, insan bu dünyada yaptıklarının karşılığını, mükafat veya ceza olarak göreceğini, çünkü dinde hesap gününe ayrı bir önem verildiğini belirtmiştir. Müslüman bir kişi elbette bu dünyada nasıl bir hazırlık yapacağını, Kur’an ve sünnetten öğrenmektedir. Oysaki bazı sûfiler ahiret hesabını hemen hemen kaldırmıştır. Allah’ın huzuruna çıkması için ahireti beklemeye gerek duymamakta, her an Allah’la karşı karşıya olduğunu, yaptıklarının doğru ile yanlış olduğunu yine de onunla Allah arasında anlaşılacağını savunmakta olduklarını ifade etmiştir.
Güngör’ün bir başka fark olarak gördüğü konu ise, ulemanın kaynak olarak kitabı, şeyhlerin ise kaynak olarak kalplerine başvurmaları olmuştur. Bu konunun hem uygulamada hem de tatbikatta önemli farklar yarattığını, medresenin kontrolünde olan büyük şehirlerde tekke ile medreselerin birbirine yakın olduğu için pek sıkıntı olmadığını, böyle olmayan yerlerde ise tekkelerin her türlü batıl itikat ve putperestlik uygulamalarına şahit olunduğunu ifade etmiştir.
Güngör, medrese ile tarikatların arasında diğer bir fark olarak da inanç ve ayinlerin farklılığını görmektedir. Çünkü medreseler yazılı kaynaklara (Kur’an ve yazılı sahih kaynaklar) sahip oldukları için inanç ve ayinlerinde değişikliğin olmadığını, oysa tarikatlar sözlü kaynaklarla aktarıldığı için bir nesil sonrası bilgilerin efsaneye dönüştüğünün çok görüldüğünü belirtmiştir. Bunun içindir ki, tarikatların sahih olduklarını ispatlamak için, silsilelerini Peygamber’e ve onun seçkin sahabesine dayandırdıklarını ifade etmiştir.
Güngör, onuncu ve on birinci yüzyılların inanç kaosu içerisinden sünni Müslümanlığın medreseler sayesinde çıktığını, sûfiliğin de bu kaostan kurtulduğu zaman büyük ölçüde durulduğunu ve sünniliğe çok yakın bir karakter kazandığını belirtmiştir. Elbette bu kargaşanın düzelmesinde siyasi olayların da etkili olduğunu, medrese ile tekke arasında bir çeşit uzlaşmanın meydana geldiğini, hatta yan yana ve iç içe yaşadıklarını izah eden Güngör’e göre, Sünni doktrin evliyanın kerametini tanımış, ancak bu kerametin şer’i delil olmayacağını da net bir şekilde açıklamıştır. Tekkeler de kendilerinin şeriat içerisinde kalacaklarını bildirmişlerdir. Hatta sünni İslam’a en uzak görülen Bektaşilik bile şeriatı esas almıştır.
Bizim büyük evliyalarımız ve dolayısıyla büyük tarikatlarımız hep Selçuklu döneminden kalmadır. Anadolu’nun fethedildiği tarihlerden Bursa’nın fethine kadar geçen zaman, dağınık olan Türk birliklerinin toparlanma hazırlıklarıyla geçmiştir. Aslında Türk kabilelerini birleştiren en önemli unsur İslam olmuştur. İslam’la birlikte şehirleşmelerin de başlamasıyla Türkler tamamen İslam’ın savunucusu ve İslam medeniyetinin kurucu unsuru olmuşlardır. O, İslamiyet’in birleştirici gücüyle birleşen Türklerin, Anadolu’nun tamamen Türk yurdu haline getirilmesinde, tarikatların önemli bir rol oynadıklarını belirtmiştir. Güngör, gerçek manada Anadolu’nun birliğini tarikatların oluşturduğunu, fakat bunun da yine medreseler sayesinde gerçekleştiğini belirtmiştir. O, medreselerin, toplumun birer mihenk taşı ve yazılı bilginin kaynağı olduğunu, tarikatların ise bilginin şahıstan şahsa, gönülden gönüle geçen bir sistem olduklarını izah etmiştir. Dolayısıyla ana kaynak olan şeriattan ayrılıp ayrılmadığını öğrenmek için standart olan medreselerin ölçü olarak kullanılması bu yüzdendir diye ifade etmiştir. Güngör, Tarikatların, birleştirdiği Türk kitlelerine, sadece din birliği değil dil birliği de sağladığını ifade etmiştir. Bu kitlelerin komşuları olan Rumlara karşı hem kültürlerini hem de dillerini koruduklarını ve Selçuklular döneminde esas din ve dil bağlarına dayanan bir millet birliğinin oluşmasının tarikatlar sayesinde olduğunu belirtmiştir.
Güngör’e göre, medrese ile tekkenin birbirine zıt düşmelerinin neticesinde, Şiiliğin yarattığı veya faydalandığı siyasi kargaşalıklar baş göstermiştir. Bunun tersin olarak da, İslam tarihinde tasavvuf ile sünniliğin uzlaşmasının en önemli sonucu olarak Şiiliğin nüfuzu kırılmıştır. İslam uleması tasavvufu kabullenmesi ile Şii-Batıni harekete en ağır darbeyi vurmuştur.
Güngör’e göre, tasavvufun İslam kültürüne yaptığı en büyük olumsuzluk, en kaliteli zihinleri, en parlak zekaları kültür hayatının dışına çekmesi ve onları kısırlığa mahkum etmesi olmuştur. Örneğin Gazali bütün sosyal sorumluklarını bırakarak uzlete çekilmiş, kendisinden ilim bekleyen öğrencilerini terk ederek ömrünün geri kalan kısmını tekkede geçirmiştir.
Özet: Zeliha Bengisu AYATA
Editör: Yusuf YARALIOĞLU
Düzenleyen Editör Yardımcısı: Meryem Sümeyye ATMACA