Din Sosyolojisi

PAYLAŞ

YARALI BİLİNÇ

Daryush Shayegan

Okumaya çalıştığım eser aslında, Doğu toplumları (yazarın deyimi ile Asya ülkeleri) ile Batı toplumları arasındaki kültürel ve zihinsel farklıklara dair yapılmış analizlerden ibarettir diye bilirim. Kitap metodik bir bütünlük içermese de anlam ve felsefi olarak oldukça tutarlı bir bütünlük arz etmektedir.Bu eserde Doğulunun nasıl düşündüğünü, hayata nasıl baktığını anlamaya çalışır ve Doğulunun Batıya karşı inşa etmiş olduğu düşünce paradigmasının genel kodlarını vererek üzerinde durduğu Doğu-Batı farklılaşmasını yeniden yorumlar. Doğu ve Batıya ikili uygarlıklar şeklinde baktığı eserinde bu iki uygarlığın karşılaşmasında ortaya çıkan zihinsel yarılmalara işaret ederek bu sürecin nasıl Doğu aleyhine dönmekte olduğunun izahını yapar.

Öncelikle dünya kültürlerini Asya uygarlıkları ile Batı uygarlıkları gibi bir ayrıma gitmiş ve İslam, İran, Hint, Çin ve Budist kültürlerin ağırlık merkezini oluşturduğu Asya uygarlıkları ile Batı uygarlığını maddi, zihinsel, kültürel ve sanatsal yönden karşılaştırmıştır.  Batı düşüncesinin “Düşey Seyir” olarak adlandırdığı süreçte ortaya çıkan nihilizm (hiççilik) felsefesi içinde iken, Asya uygarlıklarının bu zaman zarfındaki dönüşümüne, Asya uygarlıklarının yaşadığı sancılara, tabiri caiz ise iki arada bir derede kalma hallerine eğilir. Onun düşeylikten kastı, Batının yukarıdan aşağıya doğru, sezgisel düşünceden teknik düşüncenin egemenliğine uzanan değişim çizgisidir.  İki dünyanın karşılaşmasında hem Batı düşündeki evrime hem de Asya’da ortaya çıkan Batılılaşmaya bakar.   Aslında Batılılaşmadan öte,  kendine yabancılaşma, ulusal hatıratında kaybolma, toplumsal mutasyona uğrama, sanatta ve zaman kavramındaki dönüşümlere bakarak felsefi ve sosyolojik bir çözümleme yapmaya girişir. Ona göre Asya uygarlıkları, kendilerini etkileyen ve egemen olan bu uygarlığın bilincinde değildirler. Bundan dolayı bilinçsizlik temelinde Batı düşüncesinin pek çok kavramı, sorgusuz sualsiz ve analitik çözümleme süzgecinden geçirmeden kabul edilmiştir. Batı düşüncesi dinamikliği, çeşitliliği, konu zenginliği ve etki gücü bakımından yeryüzünde müstesna bir olgudur ve bu olgu, Asya uygarlıklarının manevi mirasını teşkil eden inanç bütününü aşama aşama yok eden bir niteliğe sahip olmuştur. Bundan dolayı Asya uygarlıkları bir ‘çözülme’ ve yahut ‘fetret’ devrindedirler.

Shayegan, Asya’nın hem Batının tarihi kaderi hem de kendi geleneğin hakkında bilgiye sahip olamadığını, bu yüzden de “Katmerli Gaflet” içinde olduğunu dile getirir. Ona göre problemi ortaya koymadan bildiklerini zannedenlerin tutumu    “katmerli gafleti, katmerli bir vehme” dönüştürmektedir. Batı düşüncesinin niteliğini tanıdığını, onu dizginlediğini ve ondan kültürel mirasına uygun öğeleri seçip aldığını sanan Asya, aynı zamanda kendi kimliğini koruduğuna yönelik yanılgı içerisindedir. Oysa biri ötekine feda edilmiştir ve Asya uygarlıkları Batı düşüncesinin saldırganlığına karşı ulusal hatıranın direnme gücüne sahip olamamıştır. Bir olgunun iki yüzünü yansıtan bu ‘katmerli vehim’ iki şekilde tezahür etmektedir: Batılılaşma ve kendine yabancılaşmadır. Kısaca O’na göre aslında batılılaşmak, kendine yabancılaşmaktır. Bu durum aslında bir çözülme veyahut “berzah” dönemidir. Ne tam Batı düşüncesinin merkezine yol alınabilmekte ne de ulusal hatırata. Bu iki merkezden kopuş, her türlü ‘mutasyona da hazır hale gelinmesine sebebiyet vermektedir. O’na göre Mutasyon yeni bir olgu olarak yeni bir zincirin başlangıcı ve dönüm noktasıdır ve Asya uygarlıkları bu mutasyonun oluşum evrelerini yaşamaktadırlar. Batı tarihinin sonuçlarının kirliliğiyle karşı karşıya olduğumuz halde bunun farkında değiliz. Fakat Batılılar bizim aksimize kendilerinin yarattığı güçlerin sonuçları konusunda yeni bir bilinç aşamasında bulunmaktadırlar. Biz Batı’da ortaya çıkan bilinç ve akla göre henüz “gaflet” aşamasındayız. Bizim gafletimiz, gelişmiş bilim ve teknoloji ve onun ilerlemiş dünyadaki şaşırtıcı kullanılabilirliği konusunda değil, bu değişimleri mümkün kılan düşüncenin dinamik etmenleri karşısındaki gafletimizdir. Batı’nın sultasından duyulan korku ve bizim ondan kurtulma çabamız, bizi ekonomik bir kurtuluşa ulaştıracağına Batı kültürüne teslim olmaya sürükleyen daha büyük bir gaflete neden olmaktadır.

“Neden bizim bilincimiz yok? Bilincimiz yok; çünkü seçme gücümüz yok. Çünkü bize dayatılan şey, parçalanamaz bir bütünlük hükmü taşımaktadır ve bunun parçalarını birbirinden ayırarak aralarından bizim kültürel ölçülerimize uygun olan öğeleri seçmek imkânsızdır. Örneğin biz tekniği kabul ediyoruz; ama onun yok edici sonuçlarından sakınıyoruz diyemeyiz. Çünkü teknik bizzat düşünsel bir değişimin ve birkaç bin yıllık bir gelişimin nihai sonucudur. Başka bir deyişle teknik, Batı düşüncesinin kaçınılmaz sonudur.”

Çözüm Önerisi, Asya’nın karşı karşıya bulunduğu uygarlık karşısındaki başarısı ancak onu tanımak ve felsefi düşüncede sorgulamaktan geçmektedir. Ne İslam dininin eteğinde gelişmiş geleneksel düşünce ne doğa bilimleri ve ne de sosyal bilimler bu sorgulamayı yapabilir. Ancak felsefi yöntemle bu yapılabilir. Zira ‘Asya uygarlıklarının tarihi kaderi’ felsefi bir problemdir ve batılıdır. Problemleri ortaya çıkaran Batı düşüncesi olduğuna göre, buna yine Batı düşüncesinin silahlarıyla; yani sorgulama, analitik ve eleştirel düşünme yöntemiyle karşı koymak ve Batılı düşünce tarzını doğru kavramakla mümkündür.

Doğu toplumlarının özelliklerini özetleyecek olursam, Batı düşüncesinde farklı dönemlerde duraklamalar olsa da Batı-dışı uygarlıkların çoğu tinsel alanlarda vardıkları inanılamaz bütünlüğe rağmen ne klasik çağ ne eleştirel çağ ne de modern çağ gibi bu sarsıntıları yaşamamışlardır.   Başkalarının kefaleti ile maruz kalmışlardır. Asya Uygarlıklarının Batı ile Karşılaşmasında Yaşanan Kopuşları söyle ifade etmiştir. Öncelikle İslam ve İran, Hint, Çin ve Budist uygarlıklar olmak üzere Asya kültürünün dört büyük merkezi olduğunu iddia eder. Almanların Batı dünyasında üstlendikleri (Hegel’in Yunanlıların tutuşturmuş olduğu meşaleyi Almanların canlı tuttuğu iddiasından hareketle) misyonun benzerini İslam dünyasında İranlıların üstlendiğini ifade eden Shayegan, Farsçanın Asya’da dünya dili statüsün erişmesiyle hem diğer kültürlerle etkileşim hem de sentez gücünü beraberinde getirdiğini savunur ve bu merkezlerin önemini şöyle sıralar:  Gerek kültürel etkileşim ve tarihsel miras ve gerekse İslam’ın irfan meşalesi olması hasebiyle bir İran ruhundan söz edilebilmiştir. Asya’da her daim bereketli düşüncenin ve dinsel inancın kaynağı olan Hint merkezi ise, mitleri, felsefi düşünceleri, mantığı, doğa bilimleri ve inançları kendi içinde eriten Hinduizm maneviyat okyanusuna sahip olmuştur.

Diğer taraftan bu büyük okyanusta genel olarak yeniden doğuş çemberinde dünya bir vehim dönüştürülmüş, varlık ıstırap şeklinde tahayyül edilmiş ve birey olmak önemsiz sayılmıştır. Bu dünyanın ayrıntıları üzerinde durmaktan kaçınan Hint felsefesi birlik (vahdet) soyut bir yapıya sahip olmuş, iç ve dış dünyada seyretme düşüncesine dayanmıştır. Çin’deki düşünce geleneğinde ise somut ve şairane betimlemelerden yararlanma, doğal güzelliklere ilgi, anlatımda özlük ve kısalık, hayalde denge, biçimlerin ziyafetinden sakınma, resimde sadelik ve genel olarak pratik olma gibi özellikler öne çıkmıştır. Çin uygarlığı, bir diğer merkez olan Japonya’yı, Japon ahlakını, edebi ve sanatsal zevki, Japon Budist anlayış tarzının ortaya çıkışını etkilemiştir.

Düşüncenin sanatsal bir zevkle yoğrulmuş olması Japon düşüncesinin özünü meydana getirmiştir. Bu dört merkezde inşa olan düşünce ve görüş tarzlarındaki farklıklarına rağmen ortak bir manevi deneyim cevherinden (kurtuluş ve özgürlük amacı) söz edilebilir. Kopuşlardan biri olarak Köken, insan ve doğa şeklinde üç kutbu bulunan bu ortak cevher, dört farklı merkezde aşağı yukarı benzer şekillerde ortaya konulmuş ve Batı düşüncesindeki gelişimin son aşamasına aykırı durmuştur. Batı ile Asya uygarlıklarının karşılaşmasında Asya uygarlıklarının yaratıcı güçlerini felç eden Batının kökten değiştirici ve dönüştürücü gücünün istek, irade mücadele ile buluşan hükmetme, merak, ilgi gibi niteliklere vurgu yapan Shayegan, sadece Batı’nın kendi yarattığı güçten dolayı değil Asya’nın zayıflıklarının da bu hükmedici nüfuzu kolaylaştırabildiğini dile getirmektedir.

Önemli bir başka husus da birinin kimliğini diğerine göre tanımlamaya çalışmış olmasıdır. Ayrıca bu kimliklerin tek tip değil son derece çoğul bir niteliğe sahip olduğunu da söylemek gerekir. Japonya bir istisna olarak uygun zamanda kendi modern gelişimini sağlamış olabilir. Ama buna Güney Kore’yi de eklemek gerekir. Keza Çin’in küresel kapitalizmdeki yeri ve rolü giderek genişlemektedir. Benzer şekilde bugün İran’ın bölgesel nüfuz politikası da (Şiilik üzerinden) yabana atılacak bir nokta değildir. Bütün bu süreçler küresel bir toplumsal etkileşim ikliminde yaşanmaktadır ve yeni bilinç mekanizmalarını da beraberinde getirebilmektedir. Yine bu eserde Doğulunun nasıl düşündüğünü, hayata nasıl baktığını anlamaya çalışır ve Doğulunun Batıya karşı inşa etmiş olduğu düşünce paradigmasının genel kodlarını vererek üzerinde durduğu Doğu-Batı farklılaşmasını yeniden yorumlar. Doğu ve Batıya ikili uygarlıklar şeklinde baktığı eserinde bu iki uygarlığın karşılaşmasında ortaya çıkan zihinsel yarılmalara işaret ederek bu sürecin nasıl Doğu aleyhine dönmekte olduğunun izahını yapar. Asya ve Afrika uygarlıklarının üç yüzyıldır Batı karşısında tatilde olduklarını ve tarihin randevusunu kaçırdıklarını savunan Shayegan, zamanın dışında kalıp, olup biteni sadece seyreden ‘izleyici’ pozisyonunda kaldıklarını belirtir. Ona bir taraftan hayran olurken aynı zamanda ona düşmanca yaklaşma hallerinin de söz konusu olduğunu dile getirir. Ona göre tatile giren Doğu, üretkenlik, yaratıcılık, akılcılık/rasyonellik anlamında tatile çıkmıştır. Batı’daki Aydınlanmaya, kendine yeterli bir özne olmaya dayanan bireyciliğe karşın Doğu tatile çıkmış ve Batıya gıptayla bakmasına rağmen onun gibi olmak istememiştir. Makineleşme, sanayileşme sürecinde Doğu insanı; makine kullanan kişinin yüreğinin de makine gibi olacağı ve masumiyetini kaybedeceği endişesi taşıdığını, böylece yenilik yapmaktan korktuğunu, başkalarına karşı edilgenleştikçe de başkalarının elinde kaldığını ve böylece tuzağa düşürülmüş inancına kapıldığını dile getirmiştir. Komplocu akıl yürütmede gelişmeleri kontrol eden, yeri geldiğinde dünyaya basarak oyun kuruculuk rolü oynadığı varsayılan hem aleni hem de son derece örtük/gizemli bir dış düşman mitine dayanır. Dış düşman alenileştirildikçe şeytanlaştırılır gizemlileştirildikçe de Tanrısallaştırılır veya ilahlaştırılır. Bu mantığın aslında Türkiye’ye has bir durum olmadığını Shayegan’ın betimlemelerinde de görebiliyoruz. “Bir tekniği, benimsemeden ya da en azından temel direğini oluşturan metafizik zemini anlamadan elde etmek katıksız bir yanılsamadır. Ve bu yanılsama, yüzyıldan fazla bir zamandan beri, Japonya hariç Batı-dışı uygarlıklarda girişilen modernleşme denemelerinde hep mevcut olmuştur. İslami dünyanın durumu daha da vahimdir” notunu düşen Shayegan İslam dünyasının Hıristiyanlıkla ilişkilerinin hem büyülenme hem de tiksintiyle dolu olduğunu belirtir.

İslam dünyası, zamanında Antik Yunan eserlerini Arapçaya kazandıran bir dünyaydı ve zamanla, aksi istikamette Batıyı reddetme noktasına gelmişti. Zira Müslüman dünya Batıyı Hristiyanlıkla karıştırma eğiliminde olmuştur. Batının bilimi esasında Hristiyan teolojisinin sekülarizasyona dayanmış ve sekülerlik de tüm alanları şekillendiren bir süreç olarak gelişim göstermiştir. Bu süreçte İslam dünyasının zihinsel kapalılığı ve cansız kuvveti çağa uymayı engellemiştir. Yeni zamanların yol açtıkları niteliksel değişimlerle Modernliği kuran üç olayın (deniz yollarının açılması, Rönesans ve Reform) yabancısı kalan İslam dünyası, gerçekliğin başka türlü algılanmasına dayalı teknik birleşimlerden uzak kalmıştır. Batı’nın Doğu hakkındaki fikri, Doğu’nun Batı hakkındaki fikrinden daha fazla olmuştur. Kültürel alışveriş dengesiz gelişmiştir. Birbirlerinden çoğunlukla habersiz gerçekleşmiştir. Çevrilen kitaplar, sözlükler Batı’da daha fazla olmuştur. Doğuda “teknik katkıyı muhafaza edelim ama tekniği kuran metafiziği yasaklayalım” görüşü hâkim olmaya başlamış ve kültürel kimlik arzusu ön plana çıkartılmıştır. Neticede çatlamış kişilik ve bunu yansıtan ikili dil oluşmuştur. Hem materyalist olarak tanımlanan bilimi küçümseyen hem de onsuz yaşayamama halinde olan bir ikilik yaşanmıştır. Başka bir ifadeyle hem modern olmaya çalışmak hem de arkaik öğeleri koruma güdüsüne sahip çift yönlü bir durum ortaya çıkmıştır. İslam’a hâkim olmaya başlayan ‘entegrist’ yönler, buyurgan istemlerle ve her şeyi belirleme istekleri ile yüklü birtakım uyuşmazlıkları da derinleştirmiş ve çatlamaları arttırmıştır. Batıda demokrasiyi olanaklı kılan paradigma değişimleri ile Doğu’daki (ve tabi İslam dünyası özelinde de) paradigmalar demokrasi açısından uyumsuz bir durumu karşımıza çıkartmıştır. Zira eleştirel çağın doruk noktası olan Aydınlanmanın çocuğu olarak doğan demokrasi, zihinlerin ve kurumların sekülarizasyonuna dayalı şekilde büyümüştür. Demokrasi için bireylerin “Ümmet” gibi anonim bir ruhun parçası olarak görmekten ziyade özerk hak sahibi özneler (kendi kendine yetebilen bireyler) olabilmeleri şart iken bu gereklilik İslam dünyasında pek mümkün olamamıştır. Eski insanların kökensel ontolojisi ile yeni zaman modernliğinin ontolojisi arasında bakışın yukarıdan aşağıya kaydığını, yani metafizik eğilimlerden uzaklaşma sürecine girildiğini savunan Shayegan, bilinç anlamında Batıda altüst oluşların meydana geldiğini ve bilincin metafizik toprağı terk ettiğini (bilinç göçü) dile getirir. Ona göre, bilincin bir gezegenden diğerine yolculuk yapma misali aldığı yol süresince Batı-dışı uygarlıklar tatile çıkmışlardır. Bu aynı zamanda Batı-dışındaki kültürlerin tarihten çekilme sürecine girmesidir. Nitekim asyalı büyük kültürler 17. ve 18.yüzyıllardan sonra itibaren yaratamaz olmuşlardır ve bekleme devresine girmişlerdir. Kendilerini yenilemez kılmışlar ve bu zamana kadar biriktirdiklerini harcamışlardır. Doğu’nun yeni modern zamanlardaki tatile çıkışı bir anlamda toplumsal gerçeklikten de kopması sürecidir. Hatta bu durum ideolojilere de dönüştürülmüştür. Yine Shayegan, Örneğin Descartes’in düşüncesine dayanan paradigma modernliğin nihai paradigması olmamıştır. Foucault’nun ‘episteme’ kavramından hareketle söylenecek olursa, Dekartçı klasik episteme, 19. yüzyılda başkalaşmış ve düzenden Tarih’e doğru bir dönüşüm yaşamış; durağan bir fikir olan temsil etme fikrinin yerini evrim fikri almış, nihayetinde yeni zamanların paradigmasını başlatmıştır (20.yüzyılda görelik kuramı, kuantum mekaniği) Bu karşıt modellerin çarpışma sürecinde ontolojik, psikolojik ve estetik uyumsuzlukların cereyan ettiğini ve bu çarpışmanın aynı zamanda gelenekle modernlik arasındaki çelişkilerin de temeli olduğunu belirtir. Niteliksel sıçramaya, ilerlemeye dönüşüme dayanan modern paradigma karşısında cansızlığı, köhnemişliği ve kavga ideolojisi ile ağır basan geleneksel paradigma bulunur. İki paradigma arasında tarihsel açıdan da tersten bir simetri bulunur. Bu iki paradigma zamanla birbirini karşılıklı biçimsizleştirmektedirler ve Gelenek tarafından Modernlik doğasından uzaklaştırılırken Modernlik de Geleneğe çelmeler takabilmektedir. Tarihsel açıdan ikisinin arasında olan bu evre sosyolojik bir temelde epistemolojik, psikolojik ve estetik her türlü çarpıklıkların dönemidir. Bu çarpıklıkların kaynaklarına bakıldığında, birincisi tarihsel çatlakları ve paradigma değişimi gözüne alındığında ontolojik yöndür. “Çarpıklıkların doğuş noktası da bu ontolojik uyumsuzluktadır.” İkincisi, heterojen paradigmaları birbirine bağlamak için düşüncenin işleme soktuğu yamalara dair olan epistemolojik yöndür. Üçüncüsü ise birleştiklerinde bir alt gerçeklik ve bir mekân-dışı oluşturan karma bilgi türleridir. Modernliğin yapıları (kendi içinde dinamiktirler) diğer kültürlere bilinçsiz mekanizmalarla sızmışlardır ve bütün kültürlere kendilerini kabul ettirmişlerdir. Ancak bu süreç içsel açıdan yaşanmadığından eksik halkalar şeklinde cereyan etmiş ve böylece bilinç modernliğe geç kalmıştır. Bu şekilde yaşanan Modernlikte ise bilinç aydınlanmak yerine bulanıklaşmaktadır ve ayrıca gönül gözü ile bakma paradigmasının tesiri altındadır. Bakış, kültürel arketiplerin büyüsüne maruz kalırken ruh, toplumsal ilişkilerde özdeşleşmelerle iç içedir. Bütün bu süreçler sadece inanç düzeyinde değil örf ve adetler düzeyinde de yansımasını bulur.

Bilincin modernliğin ilk zamanlarındaki bunalımlarına katlanamadığından dolayı yeni fikirlerin tarihsel açıdan aynı ölçüde olmayan bir zeminde yamalandıklarını belirtir. Söz konusu zemin bu fikirleri benimseyemediği için de bilinçte açık bir yara gibi duran uçurum ortaya çıkmaktadır. Birbiriyle durmadan çakışan ve birbirini biçimsizleştiren heterojen zihinsel bloklar arasında duraklamalı çatlaklar meydana gelmektedir.  Batıda Modernlik eleştirinin çözücü çabasıyla açığa çıktığı gibi onun etkisiyle de sarsıntı derinleşmiştir. Ancak bu sarsıntı derinliğindeki her değişme kendine denk biçimlenmeleri de beraberinde getirmiştir. Fikir ile fikri kendine mal eden bilinç arasında hep denklik ve eş biçimlilik oluşmuştur. Dolayısıyla yansıtmanın içe çekilmesi ve ödünleme olguları Batıda gerilimli ama uyumlu bir süreç yaratırken bu uyum Batı-dışı kültürlerde söz konusu olamamıştır. Batı-dışı uygarlıklar Batı’nın düşünce dünyasında yaşamış olduğu sarsıntıları yaşamamışlardır. Bu uygarlıklarda benlik Batıya nazaran az gelişmiş ve yabancılaşmış olarak kalmaktadır; başka bir deyişle benlik pasifleşmektedir. Böylelikle ortaya ‘kültürel şizofreninin çıktığı söylenebilir. Modernlik, insanlık tarihinde kendi türünde eşi olmayan muazzam sürecin sonu olmuştur. Örneğin Neolitik devrim çoktan insanlığa mal olmuşken Batı’nın kültürel çağında ortaya çıkan sanayi devrimi ve kültürü, diğer kültürler tarafından, dünyadaki yeni varoluş biçimlerini oluşturacak derecede bilinçli şekilde benimsenmemiştir. Bu noktada, birbirini tutmayan iki dünyayı birbirine bağlamak ve eksik eş biçimliliği gidermek ve çok biçimli iki paradigmayı epistemolojik olarak uzlaştırmak için ‘yamalama’ şeklinde bir tarifte bulunur. Yamalama, fikirleri toplumsal gerçeklerle çakıştırmaya dayanır. İran özgülünde yamalamanın biri batılılaşma, diğeri İslamileşme olmak üzere iki yüzü olduğunu belirtir. Tarihte geri kalmış ve değişimler şenliğine katılmamış uygarlıklardaki zihin çarpıklıklarına odaklandığını belirtir. Gelenek toplumların sahip olduğu epistemiğin yaralı bir bilinç teşkil ettiğini, bilgi blokları arasındaki çelişkilerde yasadıklarını, birbirini biçimsizleştiren çatlaklara düştüklerini dile getirir. ‘Yamalama’ olana göre Batı dışındaki periferi dünyasının bir tutunma stratejisi olmaktadır.

Özet: Zeliha Bengisu AYATA

Editör: Yusuf YARALIOĞLU

Düzenleyen Editör Yardımcısı: Elif KALKAN