Aydınlanma devrine kadar geri götürülebilecek olan sekülerleşme teorisinin ana teması şudur: Modernleşme ile birlikte hem toplumsal hem de ferdi bilinç düzeyinde din gerileyecek, görüntüden kaybolacaktır. Berger bu tezin bir dereceye kadar geçerli olduğunu, modernleşmenin bazı bakımlardan sekülerleşmeye yol açtığını hatta Batı Avrupa’da bunun daha fazla hissedildiğini, kurumsal dinin örselendiğini kabul etmekle birlikte modernleşmenin sekülerleşme karşıtı birçok hareketi de doğurduğunu savunmaktadır.
1950’li yıllarda seküler hayat anlayışını reddeden bir hayat anlayışını tahmin etmek mümkün değildi. O yıllarda dünyanın özellikle batılı ülkelerin geri dönüşü olmayan bir sekülerleşme sürecine girdiğine inanılmaktaydı. Bu öngörülerin yanında 1960’lı yıllarda sekülerleşme neticesinde dinin kurumsal ve toplumsal boyutunun örselenebileceğini ama bireysel boyuttaki varlığına hiçbir zarar gelmeyeceğini iddia edenler de vardı. Thomas Luckmann 1967 de ferdin toplumsal yaşantıdaki esas derdinin hayatı anlamlandırmak olduğunu tabii ki bunun da dinden soyutlanamayacağını ileri sürmüştür. İşte bu makalenin amacı da bu teoriler ışığında sekülerleşme olgusunun bireysel seviyede olmadığını İslam’a giren İngilizlerin de tecrübelerinden hareketle ortaya koymaktır. Bence ilginç konulardan birisi de Hıristiyan olan insanların seküler bir dünya görüşü yerine hayatlarını bilimde değil yeni bir dini bakış açısıyla yönlendirmeye karar vermeleridir. Son kertede bu insanların tercihlerinin neden İslam olduğunu ve sekülerleşen batı toplumunun bu tercihlerini ne derece etkilediğini ve bunlardan da öte dinin bireysel bilinç düzeyindeki yerini koruduğunu ortaya koymaktadır.
İslam’a giren kişiler, Hıristiyanlıkla ilişkilerinin kültürel olmaktan öteye geçmediğini, ama tanrı’ya olan inançlarının hiç bir zaman kaybolmadığını dile getirmişlerdir. Yine bu insanlar, ilk ergenlik yıllarında dine ilgi duyduklarını ama ilerleyen yıllarda toplumun kendilerini rasyonel bir şekilde düşünmeyi dini konuları bu yaklaşımla sorguladıklarını bunun sonunda da Hıristiyanlığı makul bulmamaya başladıklarını, toplumlarıyla bütünleşememeleri ve bunlardan bir kısmını da başka dinlere yöneldiklerini ifade etmişlerdir. Bu sebeple başka dinlere geçmeleri daha sağlıklı bir sosyalleşme sürecine gireceklerini biliyorlardı. Zira onlar da hayatlarına rehberlik edebilecek ve hayatlarını şekillendirecek bir ideolojik çerçeve arıyorlardı.
J. Burfoot, endüstrileşmiş batı toplumlarında farklı kültürlere meyleden fertlerin “farklılaşma”, “soğuma” ve “yabacılaşma” süreçlerinden geçtiğini, kendi toplum değerleriyle bağlantılarını kopardığını ve bu kimlikle başka sosyal sistemler aradığı ifade etmiştir.
Yine bu insanların İslam’a eğilimleri dinlerinin bazı ahlaki değerler konusunda net prensiplere sahip olamamasındandır. Zira kilise insanları yönlendirecek manevi kapasiteden artık yoksundur ve kilise modern hayatın istekleriyle kolayca uzlaşmaktadır. Örnek olarak; aileye değer veren Hıristiyan toplumun aynı zamanda boşanmayı çok kolay hale getirmesini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu türden Mühtedilerin rahatsız olduğu konulardan biri de toplumun mevcut dini kurumları artık istikrarlı bulmamalarıdır. Zira, mensup oldukları dinin zayıf yanlarından biri de prensiplerini toplumdaki değişikliklere uydurmaya hazır olmasıdır. Oysa ilahi dinler toplumdaki problemleri çözmek ve toplumsal yanlışlıkları düzeltmek için bir düzen sunar ve bu düzendeki kurallar da bir bütünlük oluşturmalıdır.
Batı dünyasının 4 asırdır yaşadığı bilimin ve modernitenin “aydınlanmaya inanç” adıyla gerçekleştirdiği bu süreç batı insanını hep şüphe içeren ve hiçbir zaman çözümlenemeyecekmiş gibi görünen karmaşık bir dünya görüşüyle baş başa bıraktı. Değerlerin ve gerçekliğin kaynağı olarak görülen bilim artık sadece geleneği değil kendi ulaştığı sonuçları da sorgular hale geldi. Karmaşa giderek arttı ve cevaplanacak sorular azalma yerine çoğaldı. Böylece Aydınlanmanın ideal insanı, kendine inanılacak bir bilgi sunamayan, bilgiyi inanç yerine şüphede kullanmayı öğütleyen; gelenekleri, değerleri, kurumları sorgulayan ve günlük hayatın birçok karmaşık alternatifi karşısında sürekli karar vermek zorunda olduğu bir hayatla baş başa bıraktı. Tabi ki bütün bunlar insanoğlunun bir anlamsızlık ve şüphecilik psikolojisine itti ki bu da insanların katlanabileceği bir şey değildi. Dolayısıyla birçok ihtida hareketinde bir anlam arayışını görmek mümkündür. İşte bu anlam sistemini de ancak din sağlayabilir.
İslam’ı seçen insanlar, gerçek bir dini hayatı seçtikleri için bu geçmişle ilgili bağlarını koparma anlamına gelmektedir. Ve İslam’ın kendi hayatlarına anlam kazandırma sözü verdiğini ve hayata daha ahlaki bir perspektiften bakmayı öğrendiklerini ifade etmektedirler.
Sonuç olarak mühtedilerin temel motivasyonları;
1.Varoluşu ve hayatı anlamlandırmak,
2.Dini yönelimleri kuvvetli bir toplumla özdeşleşmektir.
Dini sadece ferden yaşanan bir olgu olmaktan çıkarmak gibi amaçları gerçekleştirmeye yöneliktir.
Yazar: Ali KÖSE
Özet: Zeliha Bengisu AYATA
Editör: Yusuf YARALIOĞLU
Düzenleyen Editör Yardımcısı: Meryem Sümeyye ATMACA