İhya Hareketlerinin Doğuşu ve Arka Planı
İslam aleminin gerilemeye başlaması 18.yy. ikinci yarısı ile tarihlenir. Uluslararası ilişkilerde, ekonomide, eğitim ve bilimde batı dünyası karsısında zayıf kalması, İslam ümmetinin elinde tuttuğu siyasi iktidarları ve kurumları tarihteki ihtişamlı dönemlerine geri döndürmek, devam eden olumsuz gidişatı durdurmak amacıyla dönemin bazı ilim adamları, siyasi ve entelektüel faaliyetler içine girdiler. Bu hedefe ulaştıracak yöntemin adı ihya, tecdit ve ıslahtır. Büyükkara, “Gelenekçilik, Islahatçılık ve Modernizm” ana başlıklarından oluşan üçlü tasnif sisteminin en ayırt edici ve en akılda kalıcı bir tasnif olduğuna işaret etmektedir.
İslamiyet ıslahat gibi araçlarla içerden yenilenmeye müsait bir yapıdadır.
Hazırlayıcı Nedenler
Avrupa, rönesans ve reformla kanıtını büyük ölçüde yeniledi. Hristiyan dogmatizminin toplumsal kültürel ve siyasi alanda güç kaybetmesi başka nedenlerle birlikte sanayi devrimini kolaylaştırdı, bu durum batı teknik ve ekonomi bakımdan İslam dünyasına kıyasla büyük mesafeler aldı. Bu üstünlük karsısında Müslüman ülkeler batılı emperyal güçlerin askeri iktisadî ve kültürel istilasına maruz kaldı. Napolyon’un Mısır işgali ile başlayan süreci Hint alt kıtanın İngiltere, Kuzey Afrika’nın ise İtalya ve Fransa’nın işgaline maruz kaldı.
Osmanlı devleti kapitülasyon anlaşmaları ile birçok ekonomik imtiyazı ve gücü bu devletlere devrederken girdiği harplerin ve Fransız ihtilali ile ateşlenen milliyetçilik hareketlerinin de etkisi ile büyük bir toprak kaybına uğradı.
Bu durumlar bir taraftan batı emperyalizmine karsı düşmanlık doğururken diğer taraftan bir öz eleştirinin eşlik ettiği ‘’yeniden istikrara kavuşmak, galip devletleri taklit ederek mümkündür’’ fikrine güç kazandırıyordu. Avrupa’da bulunan elçilerin aydın ve öğrencilerin arasında beliren Batı hayranlığı hem aşağılık duygusunu besliyor hem de kendine yabancılaşma durumu, toplumun önemli bir kesiminde etkisini gösteriyordu. Oryantalizm ve misyonerlik faaliyetleri Müslümanların özgüvenlerini ciddi olarak tehdit ediyordu. Müslümanların bu zararlı cereyanlar karsısında direnmesi zor olsa da ‘İlk İslamcılar’ olarak bilinen bazı kişiler aktivist bir tavırla ilmî, kültürel ve siyasi birtakım gayretler içine girdiler.
Temel Sorunlar
İlk İslamcı muhitler üzerindeki tartışılmaya acılan konular şu şekilde sıralanabilir.
- İlk Kaynaklara Dönüş:
İslami hayata yeniden hakım kılmak için ilk kaynaklara dönüş. Müslümanların gerileme sebebi İslamiyet’in özünden uzaklaşmaktır. Çözüm: asrı saadete geri dönmek, İslamlaşmak. Bunun yolu Kur’an ve Sünnete sarılmak daha sonra ise asrı saadet sonrasında ortaya çıkan dinleşmiş geleneğin gözden geçirilerek ıslah edilmesidir.
İslamcılık/İhyacılık ile geleneksel Selefiyye arasındaki temel fark:
İslamcılık: İslam toplumunu modernleştirmek adına yükseltilen entel, rasyonel, bilimci, gelişimci aktivist yönleri ağır basan, Müslümanları birleştirici amaç güden küresel bir siyasi projenin adı.
Geleneksel Selefiyye ise: daha çok hadis merkezli bir metinciliği esas alarak akılcı çözümlere mesafeli, dışlayıcı karakteri baskın daha muhafazakâr bir yapıdır.
- Terakki için içtihat
- Batıdan Faydalanma
- Tasavvufa çift taraflı bakış
- Eğitimde reform
- İslam Birliği
- Şuraya dayalı yönetim
- Yazılı üretim
İslamcı/ihyacıların ortak ve Farklı yönleri
Ortak yönler
Her İslamcı, İslam’ın gelişme ve ilerlemeye engel olmadığı, Batı medeniyetine üstünlük sağlayan unsurların esasen Müslümanlardan alındığı, ümmetin çok çalışıp güçlenmesi ve birlik-beraberlik içinde olması, sürekli çalışma ve güçlenme gerektiği, millet ve ümmetin birlik içinde olması gerektiği, tevhit prensibi temelinde inancı saf ve sade kılmak, eğitim ve öğretimi ıslah edip taklitçi zihniyete savaş açmak, ahlak anlayışını değiştirerek aktif müteşebbis bir Müslüman tipi çıkarmak, yeni ve kapsamlı bir cihat fikri geliştirerek düşmanla mücadele alanlarını çeşitlendirmek. Bidat ve hurafelerin reddi, medrese ve tarikatların ıslahı, yeni bir felsefe anlayışı ve terminolojisinin geliştirilmesi
Farklılıklar
Metot olarak birbirlerinden farklı yolları benimsediklerini vurgulayan yazar, buna örnek olarak “nereden başlamalı?” sorusuna verilen cevabı göstermektedir. Cemaleddin Efganî, üstten alta doğru inen bir değişim modelini benimseyerek işe tavandan başlar, öğrencisi Muhammed Abduh ise, alttan üste doğru çıkan bir iyileştirme modelini benimser. Yani siyasete mesafeli durarak eğitim öğretimde reforma gidilmesi, kabiliyetli öğrencilerin yetiştirilmesi, dinî düşünce ve akidenin saf ve berrak hale getirilmesi ve dinî meselelere modern çözümler üretilmesi konuları ana gündemi oluşturmaktadır. Yazar, ilk ihyacılardan olan Seyyid Ahmed Han (1898), Cemaleddin Efganî (1897), Muhammed Abduh (1905) ve Mustafa Sabri Efendi (1954) gibi ileride de bahsedeceği bu kişileri burada kısaca tanıtmaktadır.
Seyyid Ahmed Han
Hindistan sömürgesinde İngilizlere bağlı kaldığı için taktir nişanesi verildi.
Sipahi ayaklanmasında işlerin daha kötüye girmemesi için kendine bir arabuluculuk pozisyonu biçmiştir.
İngiltere’ye gidip üniversite sistemini inceledi.
Ülkesine dönüp batı kültürü ve İngiliz hükümeti ile kendi kültürünün arasını yakınlaştırmaya çalıştı
Din ile dünya işlerinin karıştırılmaması, dinin her konuya girmemesi gerektiğini savundu.
İslam rönesansını tekrar başlatmak fikri ile Daru’l Hikem benzeri bir scıentıfıc socıety yı faaliyete geçirdi.
1877’de Aligarhı batılı standartlarda eğitim verecek bir kolej kurdu. Kurtuluşun Batı medeniyetinin örnek alınması gereken bir numune olarak sunması bu yüzdendir. Bunun için
- Batı eğitimini ve bilimini kabul etmek, modern şartlar doğrultusunda dine ve kutsal kitaplara akılcı bir yorum getirmek, idareciler ile Müslüman halk arasındaki uçurumu kapatacak köprüler inşa etmek.
Ahmed Han, determinist bir yapıyla mucize ve kerametleri kabul etmez, onlarla ilgili nassları tabiat kanunlarına uyumlu bir şekilde yorumlamıştır.
Kurandaki dünyevi hükümler dinin bir parçası değildir.
Hadislerin kabulünde akıl ve tabiata uyum kriterini getirmiştir.
Ahmed Han Protestan reformuna benzer bir hareketin İslam dünyasında gelişmesini arzu etmiştir.
Cemaleddin Afganî
İslam ülkeleri arasında sağlam bağlar kurmak, mezhebi çatışmaları önlemek, sömürgeciliğe karşı mücadele emek üzere siyasî, ilmî ve kültürel faaliyetlerde bulunmuş, İslamcılığın ilk ve asıl kuramcısı takdim edilir.
Müslümanlara dinleri hususunda taassupkâr olmalarını önerir.
Onun ıslahat programında İslam birliği fikri oldukça önemlidir. Birliğin başında halife bulunması gerekse de yönetim, ümmetin katılımı ve meşveret usulü ile yürütülmelidir.
1890 yılında Muhammed Abduh ile beraber çıkardıkları ‘’Urvetu’l Vuska’ adlı derginin İslam ülkelerinde ıslahat ve hürriyet fikriyatını besleyici bir işlev gördü. İranda Şii din adamları ile İngilizlere karşı verdiği mücadele yönetim değişikliğine neden olabilecek bir devrim hareketine donuştu.
Afganî, Batı karşısındaki aşağılık kompleksini anlamsız bulur, Orta Çağ’ın ustun İslam medeniyetini hatırlatır.
İslami prensiplerin devamı için, içtihat gereklidir.
Muhammed Abduh
Mısır doğumlu, Afganî’den çeşitli dersler aldı. El Ezherde hocalık yaptı.
İngiliz sömürgeciliğine karşı başlattığı direniş hareketini desteklediği için sürüldü.
Daha çok eğitim, kültür ve düşünce üzerinde durdu.
Dinler arası diyalog çalışmalarına önem verdi.
Onun ana hedefi, ilk kaynaklardan hareketle dinin anlaşılmasını sağlamak, inancı o saflığa kavuşturup onun akıl ve ilimle ilişkisini güçlendirmek, değişen dünya şartlarında dinin rolünü daha etkin kılmaktır.
Kurana merkezi bir rol biçip hadisi ihmal etmesi geleneksel Selefilik’ten ayrı düşmüştür.
Fıkıhta içtihadı savunur. Fetva ve kazada maslahat prensibinin işletilmesini önerir.
Yöntem olarak tavandan tabana doğru, siyasetten ziyade kültürel karakterli bir toplumsal ıslahat hareket modeli sunmuştur.
Gelenekçilik
Gelenek, bir toplum veya toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa aktarılan, üyeler arasında manevi bağları güçlendiren, özgüven kazandıran ve belli yaptırım gücü olan bilgiler, adetler, davranışlar, alışkanlıklar, sözlü ya da yazılı kültürel kalıntılar geleneği oluşturmaktadır.
Akımları birbirinden ayırıp kategorileştirirken de şu kriterleri esas almıştır: Dinin ana kaynaklarına bakışlar, dini geleneğe dönük tavırlar, din-siyaset ilişkilerindeki görüş ve tutumlar, İslam âleminin bugünkü ana sorunları hakkındaki tespitler ve önerilen çözümler, teşkilat karakterleri, liderlik tipolojileri, hitap ettikleri kesimlerin niteliği, odaklandıkları faaliyet biçimleri, üretim çeşitleri ve Batı’ya tavır alış şekilleri.
Tanımdan da anlaşılacağı üzere bu akım mensupları için gelenek için sıhhatli sıhhatsiz ayrımı yapılmaz ve kutsaldır, nesilden nesile aktarılır yani silsile vardır, naklî bilgi daha ön plandadır. “Gelenekçilik” kendi içinde temelinde hadis olan “Selefiyye Gelenekçiliği”, temelinde fıkıh olan “Medrese Gelenekçiliği” ve temelinde tasavvuf olan “Tarikat Gelenekçiliği” olmak üzere üçe ayrılır.
Gelenekçiliğin Özellikleri
- Gelenek kutsaldır
- Kadîm ve daimî olduğu ıkın mensuplarına özgüven kazandırır.
- Mensupları arasında bağlar kuvvetlenir.
- Ortak kimlik şuuru ortaya çıkar.
- Değişim, gelişim, modernlik gelenekten uzaklaştırdığı için şüphe ile karşılanmaktadır.
- Sabit ve donuk görünseler de özlerini değiştirmeden süreç içinde evrilebilen bir esnekliğe sahiptir.
- Toplumsal değişimin hızlı olduğu zamanlarda fren görevi görür.
- Geleneğin ihmalkâr olduğu zamanlarda bazı müeyyideler uygulanabilir.
İslamî Gelenekçilik
Üç kısma ayrılır: Selefilik (Hadis), Medrese (fıkıh), tarikat (tasavvuf).
Selefiyye Gelenekçiliğinin geçmişi ve görüşleri hakkında kısaca bilgi verilmektedir. Buna göre bu gelenek imanı tasdik, ikrar ve amel olarak üçlü bir tanım yapar. Müteşâbih ayetler ve haberî sıfatlar tevil edilmez. Hadis merkezli bu geleneğin erken dönemde en önemli ismi, Ahmed b. Hanbel (241/855) dir. Moğol istilâsından sonra bazı Moğolların İslam’a girmesi, ancak Cengiz Yasalarını uygulamaya devam etmesi karşısında, Moğollara karşı cihadın sürdürülmesi için verdiği Tatar ve Mardin fetvalarıyla bilinen İbn Teymiye (728/1328) ise, Selefiyye’yi sonraki dönemlerde yeniden parlatan kişidir.
Selefiyye’nin “aşırı bir tezahürü” olarak tanımladığı Vehhabîlik akımı, Muhammed b. Abdulvehhâb ile Muhammed b. Suud’un 1744 yılında aralarında yaptıkları sözleşmeye dayanır. Nihayetinde Muhammed b. Abdulvehhab siyasi lider olarak Muhammed b. Suud’a biat edecek, bunun karşılığında ondan askeri, siyasi ve ekonomik destek alacaktır. Bu sözleşme sonrasında yayılmacı bir tutum sergileyen Suudî-Vahhabî kuvvetleri, Osmanlı Devleti zamanında bağımsızlığını kazanamadı. Ancak 1932 yılında, bugünkü Suudi Arabistan devleti kurulabildi.
Zamanla kurumsal bir kimliğe bürünen Selefiyye’nin, 1970’li yıllardan sonra ciddi ayrılıklar yaşadığını belirtmektedir. Gelenekçi alimlerden farklı olarak, kendilerine şuyûhü’s-sahve denilen alimler tarafından geliştirilen yeni söylemler, kraliyet ailesindeki dini gevşeklikler, körfez savaşında devletin ABD yanında yer alması ve onların üs kurmalarına izin vermesi gibi gelişmeler neticesinde, 1744’te yapılan âlim-emir sözleşmesinin hükmünü yitirdiği fikrinin yaygınlık kazanmaya başladığı ifade edilmektedir. Böylece Selefîlik, “Suudi Selefiyye” olarak adlandırılan devletin resmi ulemasına muhalif olarak ortaya çıkan “Cihadî Selefiyye” ile derin bir kırılmayı tecrübe etmiştir. Vahhabîlik ile çağdaş siyasal İslamcılığın senteziyle oluşan bu yeni eğilim metot, fikir ve tutum olarak diğerinden oldukça farklıdır. Yazar, burada Cihadî Selefiyye olarak el-Kâide’yi ele almakta ve Selefilik’ten Hariciliğe geçişin bir numunesi olarak IŞİD’i örnek olarak vermektedir.
El-Kâide’nin küresel cihat fikrini doktrin haline getirmesi, terör yöntemlerini çeşitlendirmesi, bazı aşırı grupların kendilerini öz eleştiriye tabi tutmaları, Arap baharında gözlemlenen farklı Selefî tavırlar, bazı Selefîlerin özellikle Mısır’da siyasal olarak örgütlenmesi gibi gelişmeler neticesinde, cihadın yasal ortamlarda sivil siyasetin çeşitli vasıtalarıyla mı yoksa illegal ya da militer yöntemlerle mi yürütüleceği hususunda Cihadî Selefilik bünyesinde ilkesel bir ayrışmanın ortaya çıktığını belirten yazar, bu yeni oluşumu “Siyasal Selefîlik” olarak adlandırmaktadır. Bu oluşum Sahve kökenli, Cihadî kökenli ya da Suudî kökenli olabilmektedir.
Medrese Gelenekçiliğinin temelini oluşturan ve kökleri 11. yüzyıla dayanan medreseler, 19. ve 20. yüzyıllarda birçok dinî akım ve teşkilatın içlerinden çıkarmışlardır. Naklî ve aklî bilimler, medreselerin müfredatında bulunmasına rağmen zamanla bu ideal denge aklî ilimlerin aleyhine bozulmuştur. Burada yazar, Meclis-i Tahaffuz-i Hatm-i Nübüvvet, Sipâh-i Sahabe, Taliban Hareketi, Cemaat-i Tebliğ gibi cemaatleri ve bunların kökenini oluşturan ve Hint alt kıtasında 1967 yılında kurulan Diyobendiyye cemaatini örnek olarak vermiştir.
Tarikat gelenekçiliği, insanın zikir ve riyazât yoluyla maneviyatının artmasını, ahlâkî bakımdan yükselmesini ve böylece Allah’ın rızasını kazanmasını hedefleyen tasavvufun zamanla kurumsallaşıp bir gelenek oluşturmasıdır. Medrese gelenekçiliğinde başta fıkıh olmak üzere zahirî bilgi ağırlıklı iken tarikat geleneğinde iş’ârî, keşfî ya da bâtınî bilgi ağırlıklı olması nedeniyle aralarında doğal olarak bir rekabet söz konusudur. Ancak bu iki gelenek arasında iş birliği geliştiren yapılanmalar olduğuna dikkat çeken yazar, Türkiye’de bulunan Halidiyye Nakşiliğini örnek olarak vermektedir. Diğer bir örnek olarak, Hint alt kıtasında Diyobendiyye’nin alternatifi konumundaki Barelviyye’yi ele almaktadır.
Islahatçılık başlığına yer verilen ikinci bölümde yazar, herhangi bir yöntemde, kurumda ya da devlet düzeninde eskimiş, bozulmuş ya da aksayan yanları düzeltmek ve iyileştirmek anlamındaki “ıslahat” gayesiyle ortaya çıkan akımları incelemektedir. Islahatçılar bozulmayı İslamiyet’in kendisinde değil Müslümanlarda ararlar. Bozulmuş olan her ne varsa düzeltmeye çalışırlar, eğer düzelmeyecekse radikal bir tavırla yıkıp yerine yenisini inşa etmeyi deneyebilirler. Geleneğe saygı normalde çok fazla anlam ifade etmez ancak pratik bir fayda görmedikleri için gelenek sorgulamasına gidilmez. Akıl-nakil dengesi gözetilmektedir ve teşkilatçı bir yapı vardır, Batı’ya seçmeci bir tavırla yaklaşırlar, fayda gördükleri şeyleri alırlar. Lider olmak için dini tahsil çok önem arz etmez.
Islahatçılığı kendi içerisinde yöntem ve metot olarak ikiye ayrılmaktadır. Kültürel ıslahatçılık daha çok insan unsuruna odaklanır, toplum zemininden tavana doğru bir ıslahat programını benimser ve siyasete doğrudan müdâhil olmaz. Bu bağlamda yazar, Türkiye’de oldukça yaygın olan Nurculuk ve Süleymancılık hareketlerini, Hint alt kıtasından Nedvetü’l-Ulema ve Medresetü’l-Islah hareketlerini, Endonezya’dan Muhammediyye hareketini örnek olarak verir.
Siyasal Islahatçılık ise, tavandan tabana doğru inen bir ıslahat programını benimser. Devlet nizamını ele geçirmek veya en azından iktidarı kuşatan bir pozisyon elde ederek, devletin kurumlarını kullanarak toplumu ıslah etmek temel hedefleridir. Bu oluşumlar, yabancı işgalleri sonlandırmak veya iktidarı ele geçirmek amacıyla oluşturulan direniş örgütleri şeklindeki militer yapıları devreye sokarak iktidar talebinde bulunabilirler. Arap dünyasının hemen her ülkesinde bağlantısı olan, 1928 yılında Mısır’da kurulan İhvan-ı Müslimîn hareketi bu tür oluşumların en iyi örneklerinden birisidir. Yazar, burada İhvan-Müslimînin’in kurulduğu günden bugüne kadar geçirdiği evreleri ve bağlantısı olan ülkelerdeki durumu hakkında diğerlerine nazaran biraz daha geniş bir şekilde ele alır. Hindistan’da Mevdudî’nin 1941’de kurduğu Cemaat-i İslamî, Kudüs’te 1953’te kurulan Hizbü’t-Tahrîr, beslendiği düşünce damarlarının büyük ölçüde siyasal İslamcılığa uzanan Hizbullah ve Yemen’de Husî hareketinin teşkilat ismi olan Ensârullah adlı oluşumlardan da bu bağlamda bahsetmektedir.
İslam Modernizmi ve Kuran
Modernizme göre, asıl problem “bugüne kadar İslam diye gelen din”dedir. Derin bir gelenek sorgulaması, bu tarz eğilim gösteren kişilerde sıklıkla görülür. Akıl merkezli bir tutum sergilenir, fakat diğer akımlarda olduğu gibi teşkilatlı bir yapıları yoktur. Bu yüzden daha çok bireysel fikir ve düşüncelerden oluşur ve aralarında herhangi bir birlikten söz etmek zordur. Onlara göre, Kur’an bozulmadan metin olarak bugüne kadar gelmiştir. Bu akımın öncüleri, akademik ilahiyat eğitimi almış, sosyal bilimler formasyonuna sahip ve felsefi birikimleri yüksek kişilerden oluşur.
Bu akımı kendi içerisinde metinselci ve tarihselci Modernizm olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Metinselci Modernizm’ in bilinen isimleri, Seyyid Ahmed Han, ıslahatçı yönü baskın olmakla birlikte Muhammed Abduh, Muhammed Tevfik Sıdkı ve Ahmed Perviz’dir. Bu akım mensupları, Kur’an’ın tek kaynak olduğu fikrinde birleşirler. Günümüz problemlerini, sadece Kur’an metninden hareketle çözmeye çalışırlar.
Tarihselci Modernizm ise Kur’an’ı tek kaynak olarak ele almakla birlikte Kur’an’ın indiği tarihsel şartları da göz önünde bulundurmaktadırlar. Bu oluşumun fikir babası Fazlurrahmân’dır. Yazar, metinselci ve tarihselci Modernizm arasındaki farkı, Mâide suresinin 38. ayetinde geçen hırsıza verilen ceza konusundaki görüşleri karşılaştırarak gösterir. Tarihselci Modernizme göre verilen cezanın amacı adil ve huzurlu bir toplum oluşturmaksa, bu doğrultuda günümüz şartlarında caydırıcı olan ağır ya da daha hafif bir ceza verilebilir. Metinselci Modernizm’e göre ise, el kesmek (kat‟) eli yaralayıp çizmektir. Buna göre, hırsızın sadece eli işaretlenir, çizilir.
Modernizm karşıtı çağdaş bir akım olarak Gelenekselcilik adlı bir oluşumdan da bahseden yazar, bu akımın normal gelenekselci akımlardan farklı olduğunu vurgulamaktadır. Bu akım, “ezelî hikmet” adını verdikleri evrensel bir anlayıştan bahseder. Ezeli hikmetin bulunacağı yer, dinlerin Bâtınî taraflarıdır. Bu durumda İslam, son din olması hasebiyle diğer dinlerden daha avantajlı bir konumdadır. Tasavvuf, bu ekole göre, İslam’ın kalbi mesabesindedir. İnsanları belli bir akım ya da dine çağırmak yerine ezeli hikmete yani ortak ilahi geleneğe ve değerlere çağrı yapmaktadırlar.
Türkiye’de Radikal Yönelimler
Radikalizm yönetimde, politikada, toplumsal değerlerde hatta ekonomide geniş kapsamlı ve hızlı bir köklü değişimi/dönüşümü planlayan ideolojileri sıfatlayan bir terimdir.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ilk İslamcılar, yeni düzen karşısında farklı tutumlar geliştirmişlerdir. Bunların bir kısmı, yeni düzeni desteklerken, bir kısmı sessiz kalmış, bir kısmı da karşı çıkmıştır. 1950‟de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile dindar kesim üzerindeki baskı, bir nebze olsun azalmıştır. Bu dönemdeki çevirilerle birlikte, Türkiye’de Seyyid Kutup, Mevdudî gibi radikal İslam’ın önde gelen isimlerinin kitapları yaygınlık kazanmıştır. Yazar, Türkiye’de İslamcı düşüncenin radikalleşmesini sadece bu çeviri faaliyetlerine bağlamamakta, Necip Fazıl gibi ideolojik karakterli edebi çizgiyi benimseyen, Türkiye’ye özgü yerel unsurların da etkisinin olduğunu dile getirmektedir. Bu şekilde, 1980‟li yıllar öncesi İslamcı düşüncenin radikalleşmesinde rol oynayan kişilerin, faaliyetlerinin ve fikirlerinin üzerinde durulmuştur. 1980-2000 yılları arasındaki dini ekol ve hareketler kategorize edilerek, bunların çizgileri belirginleştirilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda Milli Görüş, İbda, Cemalettin Kaplan Cemaati, İran Bağlısı Radikalizm gibi bazı kategoriler yapılmıştır.
1980’li yılların sonlarına doğru zirvesini bulan bir tırmanış yaşayan Türkiye’deki İslam radikalizminin, doksanlı yılların ortalarında gerileme ve tıkanma sürecine girdiği ifade edilmiştir. Konformist anlayışın İslamcı kesimde itibar görmesi, bunun en önemli nedenlerindendir. Şunu da belirtmek gerekir ki; Türkiye’deki radikal İslamcı çevrelerin büyük bölümü, şiddeti yöntem olarak benimsememişlerdir. Sonuç bölümünde yazar, kategorize ettiği grupların günümüzdeki durumları hakkında kısa bilgiler vermektedir.
Bir gruba katılan birey ve grubun diğer üyelerinin muhtemel problemlerinden başlıcaları şu şekilde zikredilmektedir: Kendisiyle “ötekiler” arasında bir ayrım yapması, grup düşünmesinin özeleştirinin önünü kapaması, grup geleneğinin dinleşmesi, grup liderlerine aşırı değer verilmesi, seçkin talebelerin statüsü, gerileme yaşayan grupların tedhiş ve şiddete başvurması. Ancak burada üzerinde durulan problemler, bütün dini oluşumlar için geçerli değildir. Yine de her dini oluşumun temsilde bazı risk oluşturduklarını belirtmek gerekmektedir.
Özet: Zeliha Bengisu AYATA
Editör: Yusuf YARALIOĞLU
Düzenleyen Editör Yardımcısı: Meryem Sümeyye ATMACA